Kategoriler
Yazılar

Zilan, Dilan, Yusuf, Berat… ölü çocuklar, “kalan” çocuklar…

Bir buçuk yıl önce Nusaybin’in şuan cezaevinde olan Belediye başkanı Sara Kaya ile ziyaret etmiştim Dilanların evini.

12 yaşındaki Dilan, 11 yaşındaki kız kardeşi Zilan (nüfus cüzdanındaki ismi Fehime İmiş) ve 2 amcaoğlu, Nusaybin’deki birçok çocuk gibi o dönem sokağa çıkma yasağı sırasında yıkılan mahallelere giderek, yıkıntıların hurdasını toplayıp satıyorlardı.

Hurdaların arasında sarı renkli yumurta şeklinde patlamamış çatışma atığı bulmuşlardı. Bunu eline alan Zilan, demir olmadığını anlayınca fırlatmış ve o anda büyük bir patlama olmuştu. Zilan, Dilan’ın ve diğer çocukların gözü önünde parçalanmış, Dilan ise yaralanmıştı.

Evlerini ziyarete gittiğimde bu olayın üzerinden henüz 1 hafta geçmişti.

Anne bizi kapıda karşılamıştı. Aile bu eve taşınalı henüz birkaç ay olmuştu. Kendi evleri yasaklı mahallede kalmış ve daha sonra da yıkılmıştı. Günlerce çocuklarla sokakta uyumuş, daha sonra konu komşunun yardımı ile tek odalı bu eve yerleşmişlerdi.

Odanın tepesinde dam yerine muşamba vardı. Evin avlusu da hurda doluydu. Biz içeri girerken 2 küçük kız çocuğu ellerinde 2 leğen sokaktan geliyorlardı. Leğenlerde çöpten toplanmış küflü ekmekler vardı.

Anne sürekli Zilan’ı anlatıp ağlıyordu. Annenin kucağında bir bebek, yanında 2-3 yaşında bir erkek çocuk ve 2 kız çocuğu daha vardı. Hepsi küçük. Anne hıçkırarak anlatıyordu: Evleri yıkılınca çocuklar hurdacılığa başlamıştı. Bayram yaklaştığı için Zilan ve Dilan elbise almak istiyorlardı, o nedenle o gün hurdaya elbise alma umuduyla gitmişlerdi. Sarı yumurta gibi şeyi Zilan önce demir sanmıştı, demir olmadığını anlayınca fırlatmıştı. Sonra işte parça parça…

Annenin ağlamaları arasında benim gözüm ise bacakları sargılı bir şekilde bir kenarda oturmuş bizi dinleyen Dilan’daydı. Dilan hiç konuşmuyordu. Sadece “bacağın ağrıyor mu” soruma, sessizce “artık ağrımıyor” demişti.

Son 15 yıldır mayın ve çatışma atıkları konusunda çocuklara eğitim veren sivil toplum kuruluşları ile yakından çalıştığım için bunun gibi onlarca, yüzlerce örnek anlatabilirim size. Bu patlamalarda ölen ölüyor, hayatta kalanlar da ise ömür boyu geçmeyecek bir suçluluk kalıyor. “Keşke dokunmasaydım” düşüncesi onlara bir ömür eşlik ediyor.

Bu patlamalardan sağ kurtulan çocuklar için yaşamaya devam etmek başlı başına bir sorun.

Yanı başında sevdiklerinin ölümüne tanıklık etmek, uzuvlarını kaybetmek ve ondan sonraki yaşamları boyunca sağlık sorunları ile uğraşmanın yanı sıra, zihinlerini kaplayan suçluluk duygusu ile de bir ömür mücadele etmek durumunda kalıyorlar.

Bu patlamalar barış sürecinde de devam ediyordu. O dönemler bu ölümlere dikkat çekmek için, mayından korunma eğitimleri sırasında çocuklara dağıttığımız Hızır Dede dergisinden esinlenerek “Ya Hızır! Sen Çocuklarımızı Koru!” diye bir yazı yazmıştım.

Kürt çocuklar o dönem de mayın ve mayın atıklarından ölüyorlardı. Bu çocuklar genelde kırsalda, meralara hayvan otlatmaya giden çocuklardı ve ölümleri haber olmuyordu. Mayın ve atıklarına, 2015 sonrası başlayan sokağa çıkma yasakları ve kentlerdeki çatışmalardan dolayı diğer savaş ve çatışma atıkları eklendi.

Bu sefer çatışma atıkları kentlere, çocukların yaşam alanının içine geldi. Sadece son 2 yılda çatışma atıklarından kaynaklı patlamalarda ölen çocukların sayısı 19, yaralananların sayısı ise 36. Uzuvlarını kaybetmiş, ömür boyu hastalık ve suçluluk duygusu ile mücadele edecek 36 insan demek bu!

Sokağa çıkma yasakları kalkar kalkmaz bazı kentlerde mülki amirlerle hem bizler hem de çeşitli çocuk dernekleri görüşmeler yaparak bu tehlikeye dikkat çektik. Sur için şunu söyleyebilirim. O dönem Sur’a asmak istediğimiz çatışma ve savaş atıklarına dikkat çeken afiş ve broşürlerin asılmasına izin verilmedi. Bu izinlerin başka bazı kentlerde de verilmediğini biliyorum. Bazı kentlerde ise kurum amirleri ya da kaymakamların insiyatifi ile sınırlı da olsa bazı çalışmalar yapılabildi.

Zilan ölüyor, Dilan bir ömür boyu iyileşmeyecek travmasıyla kalıyor. Muhammet ölüyor, yaralı kardeşi bir ömür o anıyla kalıyor. Cizre’de ilk yasak sonrası tavuğunun peşinden koşarken çatışma atığına basarak hem kolunu hem bacağını kaybeden Yusuf, Eylül 2015’te onu Dicle Üniversitesinde ziyaret ettiğim günkü kadar sessiz hala…

Şimdi 10 yaşındaki Berat top peşinde koştururken öldü Yüksekova’da. Kalanlarsa…

Oysa Türkiye’nin de imzaladığı insan hakları sözleşmelerinde yer alan yükümlülükler çok açık: Çatışmanın tarafları bıraktıkları atıkları temizlemek zorundadırlar. Mayın ve mayın atığı konusunda da yükümlülükler açık. Türkiye 2003 yılında Ottawa Sözleşmesi’ni imzalayarak, 2014’e kadar toprağa döşeli mayınları temizleyeceğini ve mağdurlar için gerekli adımları atacağını taahhüt etmişti.

Ancak Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi için birkaç girişim dışında ciddi bir mayın temizleme çalışması başlatılmadı. Türkiye ek süre talep edip duruyor. Enerjisini mayın ve çatışma atıklarını temizlemeye vereceğine, dünyanın en uzun 3. duvarını sınırına örmekle meşgul.

Bir devletin kıblesi insan yaşamının değeri olmaya görsün, gerisi duvar, yıkım, hurda peşinde, top peşinde parçalanan çocuklar, paramparça olan hayatlar, çürümüşlük oluyor. Böylesi bir çürümüşlük için Hızır Dede’nin bile yapabileceği bir şey yok!