Kategoriler
Yazılar

Yoksa hepimiz yalnız mıyız?

Suruç’ta seçim öncesi AKP milletvekili adayının yakınlarının işyerini ziyareti sırasında “size oy yok” demesi Şenyaşar ailesinin sonu oldu. Çıkan çatışmada AKP’li vekil adayının bir yakını öldü, Şenyaşar ailesinden ise 3 kişi, baba ve 2 kardeş öldürüldü.

Baba Esvet Şenyaşar yaralı kaldırıldığı hastanede başına serum şişesi vurula vurula vahşice öldürüldü. Şenyaşar ailesinden yaralı bir kardeş, AKP’li vekilin yakınını öldürmekten hapse girerken, Şenyaşar ailesinin 3 ferdini öldürenlerle ilgili bir işlem ise yapılmadı, kimse tutuklanmadı.

Failler serbest. Otopsi raporunda Adil Şenyaşar’ın 17 kurşunla, Esvet Şenyaşar’ın 30 kesici yaralamayla, Celal Şenyaşar’ın hepsi yakın mesafeden 6 farklı silahla öldürüldüğü yazıyordu. Hastane ve işyeri kameraları ortada yok, görüntüler silinmiş. “Oy isteyen” ise vekil oldu.

O günden beri Şenyaşar ailesinin kalan fertlerinin de ciddi tehdit altında olduğunu biliyoruz. Geçen ay Suruç’ta görüştüğüm birkaç kişi aile fertlerinin telefonlarına gelen tehdit mesajlarından da bahsediyorlardı. Şimdi de gazetelerden Şenyaşar ailesinin Suruç’u terk etmek zorunda kaldıklarını öğreniyoruz.

Anne Emine Şenyaşar haklı olara soruyor:
“Şimdi mülteciler gibi bir evde 5 aile kalıyoruz. Yerimizden yurdumuzdan göçtük. Bu evdeki eşyaları konu komşu bize getirdi. Halimiz hal değil. Ağlıyorum olmuyor, beddua ediyorum olmuyor. Rica ediyorum, tüm dünyaya bu çağrımı iletin. Şimdi ben yüzümü nereye döneyim? Nereye gideyim?”

Ne kadar can yakıcı, nasıl da sahipsiz… Bu ülkede zulme uğrayan, haksızlığa uğrayan, adalet bekleyen yüz binler gibi. Konu gündeme geldikten sonra sosyal medyada “Şenyaşar ailesi yalnız değildir” tagları açılmış durumda. Ama aileyi ziyaret eden, yanında duran ne bir siyasetçi, ne bir yetkili, ne de yüz binleri görmüyoruz.

Hepimiz biliyoruz ki o açılan sosyal medya tag’ları yeterli değil; anlamlı, kıymetli ama karşıdaki kötü güç karşısında yeterli değil. Şenyaşar ailesi Suruç’ta, her gün karşılaştığı tehditlerin içinde yalnız, yapayalnız.

Yapayalnız bir başka aile daha bu hafta yok oldu, bu sefer Meriç’in karanlık sularında. Akçabay ailesi. Bu ülkenin adaletine öyle güvenmiyorlardı ki, öyle yalnız kalmışlardı ki bu ülkede, tehlikeyi göze alıp Yunanistan’a kaçmak için lastik bir bota bindiler. Bot alabora oldu. Anne ve biri bir, biri dört, diğeri de altı yaşındaki üç çocuğu kayboldu.

Birkaç gün önce 1 yaşındaki Bekir ile anne Hatice’nin cansız bedenleri birbirine sarılmış olarak bulundu. Diğer iki çocuk ise hala kayıp. Yunanistan tarafında her tür arama yapılırken, Türkiye’de olay gündemde bile değil. Öylesine yalnız Akçabay ailesi, henüz bulunmayan 2 küçük çocuk, öylesine yalnız Meriç’in sularında…

Cezaevleri de “yalnız” insanlarla dolu. Dünkü Evrensel’in manşeti bu yalnızlardan 2 gazetecinin durumuna dikkat çekiyor ve birinin bağırsakları cezaevinde iflas eden, diğeri hücrede tutulan ve 6 ayda 33 kilo veren 2 gazeteci, Ziya Ataman ve İdris Yılmaz için soruyordu, “Haberin var mı?” diye.

Elbette yok, elbette! Çünkü Ziya ve İdris de o “yalnızlar” grubundan. Nitekim 2 yıldır cezaevinde bulunan gazeteci Ziya Ataman P24 Bağımsız Gazeteciler Derneği’nin cezaevlerindeki gazetecilere ilişkin yaptığı ankette sorulan “Bir milletvekili tarafından ziyaret edildiniz mi? Evet ise, kimler?” sorusuna “Herhangi bir milletvekili ziyarete gelmedi” diyerek cevap veriyordu.

Açıkçası benim de birçok insan gibi siyaset ve siyasetçilerden beklentim çok azalmış durumda. Ama her şeye rağmen siyaseti geri çağırmak durumundayız, olması gereken yere… Öte yandan bu yaşananlar sadece siyasetçilere bırakılacak bir konu da değil zaten. Şenyaşar ailesi orada, bir başına, peki biz neredeyiz? Suruç’ta Şenyaşar ailesinin önünde etten duvar neden olamıyoruz?

Ziya ve İdris’e o yalnızlıklarını bir nebze azaltacak bir kart atamıyor mu ellerimiz? Ölüm haberin altına binlerce küfür yazılmış Akçabay ailesine bir başsağlığı bile nasıl dileyemiyoruz? Haksızlığa hukuksuzluğa itiraz etmek sadece siyasetçilerin görevi midir?
Dün Kemal Can Cumhuriyet’te harika bir yazı yazmıştı ve soruyordu; “çok mu yorgunuz?” diye.

Ben bu soruları devam ettireyim buradan. Evladını yitirip bedenini buzlukta günlerce tutmak zorunda kalan Emine Çağırga kadar mı yorgunuz, yoksa 2 yıldır hala çadırda yaşayan Şırnaklılar kadar mı? Çocuklarından bir parça bulmak için 3 yıldır morgların önünde sabahlayan Kürt analar kadar mı? Somalı kadınlar kadar mı yorgunuz, bebeklerini Meriç’in karanlık sularında yitirenler kadar mı?

Ali İsmail’in, Abdocan’ın, Berkin’in anası kadar mı yorgunuz? Evladını, sevdiklerini, yuvasını bırakıp, başka memleketlere gitmek zorunda kalmış olanlar kadar mı? Haksız hukuksuz yere cezaevinde ömür çürütenler ve yine de mücadeleden vazgeçmeyenler kadar mı?
Evet, yorgunuz, doğru, bu haleti ruhiye ile uyumaktan ve hep aynı zalimliğe uyanmaktan yorgunuz.

Peki, ne yapalım? Köşelerimize sinip, kulaklarımızı, ağzımızı tıkayıp bu yılları, aman bana ve sevdiklerime bir zarar gelmesin diyerek sessizlik içinde mi geçirelim? Bu bizi kurtaracak mı?
Ne bileyim, bazen niye yazdığımı bile artık sorguluyorum. Bir yalnızlıktır çöktü benim üzerime de. Sürekli “yalnız değildir” tagları açıyoruz ama düşünüyorum da hepimiz aslında çok da yalnızız.