Kategoriler
ahvalnews Yazılar

‘Ölmüşlerse kemiklerini istiyoruz, hepsi bu’

“Başka bir şey yani, o anda ölü bedenini tutabiliyorsun, sarılabiliyorsun. Yani o cansız bedene sarılmak, son yolculuğuna uğurlamak, o çok farklı bir duygu olsa gerek. (…) Yani bir mezarının olması bir duygu doyumudur diye düşünüyorum, yani bilmiyorum o bir duygudur, o burada yatıyor. Onunla gidip dertleşmek ya da mezarının başında ağlamak, rahatlarsın saatlerce ağlarsın toprağın başında, onu biz yaşayamadık. (…) Mesela şimdi kayıplar olayında bazen insanlar tartışır, mesela ben öldükten sonra nerede yattığım hiç de önemli değil derler, yani hangi toprakta, nerede yattığım önemli değil. Ama önemlidir yani, ölmeyip de yaşayan canlı kalan yakınlar için bu çok önemli, bir mezarının olması. O bir duygudur, bizde yarım kalan bir sürü duygu var.”

Bu sözler 1990’larda eşi zorla kaybedilen bir Kürt kadına, Zeynep’e ait. Hakikat Adalet Hafıza Merkezi tarafından 2014 yılında yayınlanan “Fotoğrafı Kaldırmak” isimli araştırma raporu, zorla kaybedilenlerin eşlerine odaklanarak bu ağır hak ihlaline cinsiyet perspektifinden bakan ilk çalışmalardandı.[1]

En az birkaç kez okuduğum bu rapor, 1990’larda çoğunluğu erkek zorla kaybedilen insanların arkasında bıraktığı eşlere odaklanıyor. “Kayıp eşi” olmanın ne demek olduğunu görüyoruz. Genç yaşta bakmak zorunda kaldıkları çocuklarla dul kalan bu kadınlar nasıl ayakta kaldılar, zorla kaybedilen eşlerini, sevdiklerini nasıl aradılar, arayabildiler mi, geçimlerini nasıl sağladılar, nasıl bir bedel ödediler…  Yarım kalan bir sürü duygu ile nasıl baş ettiler…

90’larda yakın aile fertlerim olmasa da, tanıdıkları zorla kaybedilmiş bir insan olarak, kelimelerin asla yaşananları anlatmaya yetmediğini zamanla öğrendim. Yakınlarını, sevdiklerini kaybedenlerin gözlerindeki hüzün eşlik ederdi 90’lardaki ilk gençliğimize. Taziye kurmak istemeyenler, arayanlar, bazen ellerinde kazma kürek dere tepe gezenler…

Öyle yıllar yılları devirir, bir gün kapıdan gelecek diye, geldiğinde evi tanısın yabancılık çekmesin diye hiçbir şeye dokunulmaz. Çocuklar büyür, yaşlılar göçer ama senin hayatın o günde donar kalır. Araf’ta yaşarsın artık.  Bir parça kemik ister hale gelirsin.

2014 Mayıs ayında, canım Tahir Abiyle (Tahir Elçi) birlikte Brüksel’den Diyarbakır’a geldiğinde ağırladığımız Naze öyle demişti bize. 1993’te zorla kaybedilen eşi Hükmet Şimşek ve kayınbabası Hamdo Şimşek için “Tüm faili meçhuller için bir özür, bir avuç da kemik istiyoruz” demişti. Naze ne sevdiklerinin kemiklerini bulabildi, ne de bir özür duydu bu devletten. Tahir Abinin de faili meçhule gitmesinden sonra tamamen küstü bu ülkeye, artık asla ayak basmak istemiyor bu topraklara.

Bir başka sevdiğim, güzel 2 kız kardeş, canım Yeşim ve Derya, 2014 yazında ellerinde kazma kürek, Norveç’ten gelmişlerdi babalarının kemiklerini aramaya. Köylülerle konuşarak babalarının cenazesinin olma ihtimali olan bir alan belirlemiş, bu devletten umutlarını kesmiş halde kendileri kazıyordu toprağı onlara rastladığımda. “Bu toprak kazılmakla bitmez Yeşim” demiştim. “Böyle yaşamak çok zor.  Son 20 senedir belki bir günümüz bile babamızı düşünmeden geçmedi. Bir gün hayatta olduğunu, bir gün gelebileceğini düşündük hep. Onun kemiklerini bulur, onu güzel bir yerde yatırırsak hem o rahat uyuyacak, hem de biz rahat uyuyacağız.  Düşünebiliyor musun, biz kendi ölülerimizin kemiklerine bile çok seviniyoruz. onun kemiklerini bulmak bizi o kadar sevindirecek ki…” demişti bana. O da bu ülkeden umudu kesti.

Kimse konuşmak istemese de son üç yılda 90’ların kemiklerine yeni kemikler karıştı. Kimse konuşmasa, yazmasa, dile getirmese de  Cizre Çocuk Mezarlığında isimsiz numaralandırılmış mezarlar yatıyor. Üç yıl geçmesine rağmen mezarlıktaki isimsiz kemiklerin sahipleri belli değil. Antep, Erzurum, Diyarbakır… Bölgede birçok ilde adli tıp kurumlarının önünde üç yıldır çocuklarının saçının bir telini bekleyen analar var. Bunlardan biriyle, Eskişehir’den bir anayla,  iki yıl önce Cizre’de karşılaşmıştım. En son “Cizre halkıyla dayanışmaya gidiyorum” diye telefonda konuştuğu oğlundan bir iz arıyordu, öldüyse, yakıldıysa bir avuç kemik istiyordu. Ne o anayı, ne de diğerlerinin sesini kimse duymadı, kimse duymak istemiyor zaten.

 Bu ülkede haftalardır, yıllardır bir avuç kemik bekleyen binlerce insan var. Cumartesi Anneleri 700 haftadır çocuklarının, eşlerinin, analarının, babalarının bir avuç kemiğini bulmak umuduyla seslerini yükseltiyorlar. Sevdiklerinin bedenlerinin yokluğunu, 700 haftadır eylemleriyle var ediyorlar.

Son üç yıllık savaşın kayıp yakınları henüz bu eylemliliği yapamayacak kadar ağır baskı altındalar. Sevdiklerinin bedenleri yok sayılıyor, hiçleştiriliyor.  Onlar şuan için yoklar, görünmüyorlar, kimse onları görmek duymak istemiyor. Ne yandaş ne de alternatif medyada kimse bu anaları yazmıyor bile. Çocuklarından bir parça arayan bu anaları, kayıp bu bedenleri “yok saymak” herkesin kolayına geliyor. Zaten onlara dokunan yanıyor. Ama işte o bedenler, o kemikler bir yerlerden bize fısıldıyor. Bazen Cizre Çocuk Mezarlığından, bazen Sur’da yeni yapılan bir villanın altından, bazen Nusaybin’de bir kepçenin ağzından…

700. hafta için hazırlanan videoda, bir Cumartesi annesi Sabriye Maltu “Ölmüşlerse kemiklerini istiyoruz, hepsi bu” diyor.

Hepsi bu!

[1] Araştırma Raporu’na buradan ulaşabilirsiniz