Kategoriler
ahvalnews Yazılar

“Olmadı, Sur’da bu yaşananlar hiç olmadı”

Soğuk ama güneşli bir cumartesi günü. Öğlene doğru Sur’a geçiyoruz. İçkale’ye doğru bir yoğunluk var. İçkale’ye giden dükkânlar kısmen turistik eşya satan yerlere dönmüş.

Yol üstünde kahve ikram edenler, simit satanlar, turistler… İçkale parkı da kalabalık. Parkta oturanlar ve İçkale manzaralı fotoğraf çektirenlerle, yasaklı alan arasında Sur duvarları yükseliyor.

Tarihi surların altındaki kemerlerden Sur’un diğer yanı, yani sokağa çıkma yasağının devam ettiği alan görünüyor. Yasağın devam ettiği alanı daha net görmek için 12 metre yükseklikteki surların üzerine çıkıyoruz. Yasaklı alanda üç yıldır hummalı bir inşaat çalışması devam ediyor.

Suriçi Koruma Planı çiğnenerek yapılan, surların dibinden geçen devasa bulvara aydınlatmalar konulmuş.  Bulvarın yanındaki villaların çoğu bitmek üzere. Sadece üç buçuk yıl önce burada bazalt taşlı dar sokaklar, bazalt evler ve bir yaşam olduğuna inanmak çok zor.

Binlerce yıllık bir tarihin bu kadar kısa sürede yıkılmış olması, çocuklarımızın eski Sur’u bilmeyecek oluşu insanın içini acıtıyor. Yasaklı alanın içinde iş makineleri hummalı bir şekilde çalışıyor.

İçkale’nin hemen dibinde, yasaklı olmayan alanda da başka iş makineleri çalışıyor. Bu sefer neresi yıkılıyor diye bakınıyoruz.

Fiskaya tarafında da, şehrin gıda deposu Hevsel bahçeleri ile Fiskaya arasında bir bulvar açmaya çalışıyorlar gibi, garip birkaç katmanlı bir yol çalışmasına benziyor. Ancak tarihi Surların hemen dibinden başladığı için çalışma, Surların da tahrip olduğu açıkça görülüyor. “Doymuyorlar yıkmaya” diyor yanımdaki arkadaşım, “evet, gerçekten doymuyorlar” diye düşünüyorum.

Surlardan yorgun argın ve öfkeli bir şekilde inip kendimizi Sur’un hala ayakta kalan dar küçelerindeki kafelere atıyoruz. Bir menengiç kahvesi içip o günkü falımıza bakıyoruz. Kafedeki gençler, çocuklar cıvıl cıvıl. Tüm yıkımın içerisinde hayat memleketimden yine de fışkırıyor. Yürüyorum, yürüdükçe bir sokak, bir yıkım, bir sokak, bir hayat… Böyle kaç şehir var acaba dünyada?

Şimdi Dabanoğlu Mahallesi’ndeyiz. Renk renk, Sur’un en sevdiğim mahallelerinden. Mahallede açılan kafeler, duvarlara yapılan grafitiler, bazalt taşlarıyla kaplı mahalleyi daha da büyülü gösteriyor.  Dar küçelerde keyifle oynayan çocukların arasından geçiyoruz ve mahalle bir anda bitiyor çünkü o noktada yine sokağa çıkma yasağı başlıyor.

Bariyerlerin yanından gelip geçenlere bakınca artık yasağın da bariyerlerin de bizi fazla rahatsız etmediğini hissediyorum, sanki hep varmış gibi, sanki bu yasağın içinde büyümüşüz gibi…

Ben de mahalleli gibi yapıyorum, yasağın bulunduğu tel örgülere sırtımı çevirip, kafelerin olduğu renkli duvarlar yönüne doğru yürüyorum, bu güzel güneşli günü bozmama çabasındayım.

Dabanoğlu’nun aşağısından Marangozlar Çarşısı’na giriyoruz. Ahşaptan yapılmış beşiklere, ahşap renkli kürsülere bakıyorum. “Nasıl gidiyor işler?” diye soruyorum bir ustaya, “Allaha şükür toparlanacağız inşallah” diyor. Marangozlar Çarşısı’ndan Kuyumcular Çarşısı’na geçiyoruz. Kuyumcular Çarşısı’nda in cin top atıyor. Oradan Dört Ayaklı Minare’ye götürüyor ayaklarımız bizi.

Dört Ayaklı Minare, Tahir Abi’nin ölümünden beri artık sadece hüzün veriyor. Sokakta her yerde mobese kameralarını görmek mümkün. Kestane satanlar, çerez satanlar, ciğer yapanlar, bakırcılar, turistik eşya satanlarla dolmuş sokak. Minarenin hemen arkasında sağlı sollu olarak yasaklı alan yine başlıyor.

Yasaklı alan bu sefer tel örgüler değil pankartlarla ayrıştırılmış. Pankartların üzerinde arkadaki dehşet yıkıma tezat  “Sur tarihi ile yeniden buluşuyor” yazıyor. Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarında resim çektiren turistlere öfkeyle bakıyorum.

Aklımda Tahir Abi’nin silueti “Birazcık saygıyı hak ediyoruz, hiç değilse ayaklarında resim çektirmeyin” diye söyleniyorum. Oradan bir esnaf cevaplıyor beni:

“Nurcan Hanım, öyle cahiller ki, Tahir Elçi’nin burada öldürüldüğünü bilmeyenler var içlerinde. Geçen gün biri yanındaki arkadaşına soruyor, ‘burada biri öldürülmüştü değil mi’ diye. Herkes bizim gibi değil. Şimdi Dört Ayaklı Minare artık daha da ünlü, gelip ayaklarında resim çektiriyorlar”.

Söylene söylene minarenin hemen solundaki Diyarbakır Evi’ne geçiyorum.

Tarihi Diyarbakır Evi çatışmalardan en çok etkilenen yerlerden biri. Uzun süre kapalı kaldıktan sonra henüz beş-altı ay önce açılabildi. Yağmalanmıştı, içerisi yıkılmıştı. Kolay olmadı içini toparlamak.

Diyarbakır Evi’nin üst katına çıkıp Sur’un en sevdiğim sokaklarından biri olan Şeftali Sokağa bakıyorum. Yasaklı alanda kalan Şeftali Sokak’tan eser kalmamış. Oysa daracık, muhteşem güzellikte bir sokaktı burası. Neyse ki Surp Giragos Kilisesi’nin ve Keldani Kilisesi’nin çan kuleleri görülüyor hala. Hiç değilse kiliseler ayakta.

Diyarbakır Evi’nde, etraftaki yıkıntıya bakarak kahvelerini, çaylarını yudumluyor Diyarbakırlılar. Biz de onlar gibi yapıyoruz. Bir çay söylüyoruz. Sağıma soluma arkama her yanıma tekrar göz gezdiriyorum. Her yan yıkım ve yıkımın içerisinde bizler çayımızı yudumluyoruz.

Yanımdaki arkadaşıma dönüyorum. “Bak bunu dışarıdan anlamak çok zor. Muhtemelen şuan yıkıma karşı oturup çay içenleri görenler, bu Diyarbakırlılar ne kadar da vicdansız, gamsız diye düşünüyorlardır. Oysa bu vicdansızlık, gamsızlıktan değil; yıkım artık burada yaşamımızın bir parçası. Acı bir parçası. Bak işte bir taraf yıkım, bir taraf yaşam” diyerek yıkımın ve kafelerin olduğu alanları gösteriyorum.

Nitekim Sur’daki kafe sahipleri de bana sık sık dert yanıyorlar. “Bizi de eleştiriyor dışarıda yaşayanlar Nurcan Hanım. Yıkımın içinde neden bu kafeyi açtınız diyorlar. Ne yapsaydık, onlara mı bıraksaydık, mücadeleden vaz mı geçseydik? Arkamızı dönüp gitse miydik memleketten?” “İyi ki gitmediniz,” diyorum, “Bu şehirde ayakta kalmak, direnmenin bir başka şekli, mücadelenin bir başka boyutu”.

Yıllarını Sur’a, Sur’daki tarihi yapıların korunmasına vermiş bir dostumu görüyorum o sırada. Güzel bir kafeden çalan Kürtçe müzik eşlinde yıkıntılı alana bakarak, yıkım ve yaşamın tezadını konuşuyoruz. “Olmadı Nurcan, olmadı. Sur’da bu yaşananlar hiç olmadı” diyor.

Evet, bu yaşananlar 7 bin yıllık Sur’da hiç olmadı.