Kategoriler
ahvalnews Yazılar

İklim Akdeniz olur mu?

Geçen gün bir arkadaşımla konuşurken, “Belki bir gün iklim Akdeniz olur diye bekliyoruz ama öyle görünüyor ki iklim asla Akdeniz olmayacak” dedi.

Üç gün katılabildiğim Diyarbakır TÜYAP Kitap Fuarı’nda da bir araya geldiğim insanlarda en çok gözlemlediğim şey umut arayışı idi. Görüştüğüm herkes sevgiye, iyiliğe, insani şeylere ne kadar hasret kaldığını dile getiriyordu.

Bir diğer gözlemim de insanların siyasetten, sloganlardan bıkkınlığı idi. Küçük çocuklarını yanıma getirip onlara güzel bir şeyler söylememi bekleyenler, 70 yaşındaki teyzeler, herkes tutunacak bir dal, güzel bir insan, güzel bir gülümseyiş, güzel iki çift laf duymak istiyor.

Ve artık memleketinde güzel şeyler olsun umuyor. Bu yıl kitap fuarındaki herkesi şaşırtan bu ilgi ve kalabalığın bir nedeni de bu olsa gerek. Diyarbakırlıların bir araya geleceği güzel şeylere hasret kalmış olması.

Fuar öncesi ve sonrası bir grup aydın, yazar ile bir araya gelip bunları konuşma fırsatını da bulduk. İnsanlar bu karanlığın içinden nasıl çıkılabileceğini sorguluyor.

Ne yapmalı, nasıl yapmalı? Birçok insan bunu düşünüyor, tartışıyor, doğrusu benim de bu sorulara net cevaplarım yok ama şuan içinde bulunduğumuz durumla ilgili yüksek sesle tartışmak belki hepimize iyi gelir düşüncesi ile bu yazıyı kaleme alıyorum.

Siyaset ortamında siyasi aktörler olarak, halk, siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri hem iç içeler hem de ayrı işlevleri var.  Bu üçayak birbirinden etkilenerek siyaset üreten yapılar. Biri zayıfladığında ya da güçlendiğinde diğerleri de etkileniyor. Çünkü iç içe geçen halkalar gibi, hepsi birbirini besliyor.

Özellikle son dönemde, devletin de ezip geçmesiyle, siyasi partiler, halk ve sivil toplum örgütleri arasında kopukluklar oldu. Aralarındaki akış zedelendi. Hareket alanı daralana pek de destek gelmiyor. Daralan artık diğerinden bir şey bekleyemiyor. Birbirlerini besleyemiyorlar.

Halk siyasetçiyi, siyasetçi de halkı beslemekte güçlük çekiyor. Sanki aktörler birbirinden kopmuş, hepsi umudu yitirmiş ve günü kurtarma peşinde. Liderlik ciddi anlamda eksik.

Geride bıraktığımız dönemde bu üç aktör de oldukça ağır darbe yedi. İnsanlar hapse düştü, sivil toplum kuruluşları kapandı, mal varlıklarına el konuldu. Birçok yetkin siyasetçi ya hapisteler ya da yurtdışına gitmek zorunda kaldılar.

Kalanlar çok zor koşullarda siyaset yapabiliyor. Alınan darbeler aralarındaki sinerjiyi azalttı, kopukluklar vahim boyuta ulaştı. Böylelikle karşılıklı güven de azaldı.

Kısaca siyaset fikir üretmekte zorlanıyor, sivil toplum kuruluşları örgütlenemiyor, toplum da etik-dayanışmacı değerlerine sahip çıkamıyor. Ve etkin siyaset üretilemediği için muhalefetin çapı, iktidarın saçmalamasına endeksli hale geliyor. Ancak iktidar saçmaladıkça muhalefette bir kıpırdanma oluyor.

Bu üç aktörün arasındaki kopukluğun bir tezahürü olarak düşmanlaştırma yayılıyor. Kürde karşı düşmanlık orada kalmıyor, toplumsallaşıyor.

O düşmanlık hissi soyutta da bir his olarak yayılmaya başlıyor. Bu sefer herkes karşısındakinin negatif yönüne odaklanıyor, her gün hepimize yapılan saldırılar gibi. Böylece gittikçe toplumda güvensizlik yayılıyor.

Diğer yandan insanlar bu düşmanlaştırıcı, hedef gösteren kötücül dilden yorulmuş durumdalar. Toplum bir çıkış arıyor. Ancak bu çıkış için örgütlenmeyi başaramıyor. Siyasi partilerden de umduğunu bulamıyor.

Öte yandan dert çok ve herkes doğal olarak kendi derdine düşmüş durumda. Sadece gelecek hafta içinde 43 akademisyenin yargılanması var. Kürt illerinde her gün ev baskınları, gözaltılar devam ediyor. Bu davalar ve gözaltılar insanları bloke ediyor. Yoruyor. İnsanlar içe kapanıyor.

Ve hiçbir şeyden, kendimizden, ailemizden, dostlarımızdan, memleketimizin yarınından emin olamıyoruz, bu bizi ürkütüyor. Rahat uyuyamıyoruz, rahat gülemiyoruz, rahat yiyemiyoruz.

Eskiden hiç değilse az buçuk çalışan bir hukuk sistemi vardı, şimdi o da yok. Söylenen her lafa, her kelimeye karşı ne olacağını, hukuk sistemi üzerinden değil, konjonktürel siyasi duruma göre anlamaya çalışıyoruz. Çünkü o günkü siyasal konjonktüre göre yargılanıyoruz.

Bizler de gittikçe birbirimizden uzaklaşıyoruz. Bunu sadece iktidar yapmıyor, hepimiz yapıyoruz.  Karşıdakinin fikirlerine, farklı görüşlerine saygı duymuyoruz. Tolerans, esneklik, anlayış…

Tüm bunları kaybetmiş durumdayız. Aslında şikâyet ettiğimiz her şeyi yapıyoruz. Kendi içimizde bile, biraz farklı olana tahammül etmiyoruz, ayrıştırıyoruz.  Nitelikli bir tartışma bile yapamıyoruz.

Peki, umut var mı, varsa nerede?

Sivil toplum, siyaset, halk, bu üçünü birbirine yeniden nasıl rabıtalayabiliriz?

Bu ilişki, bu etkileşim tekrar kurulabilir muhakkak. Çünkü aktörlerin arasında bazen filizlenmeler olabiliyor. Mevziler kazanılabiliyor.

Örneğin birkaç ay önce gerçekleşen Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası seçimleri böyleydi, hükümetin desteklediği listeye karşı, Diyarbakır iş insanları birlikte ortak bir liste çıkardı ve seçimleri aldı, böylece bir mevzi alınmış oldu.

Kapatılan Diyarbakır Şehir Tiyatrosu’na karşı işten atılan oyuncuların kurduğu Amed Şehir Tiyatrosu, kentte bir başka mevzi kazanımıydı. Böyle az da olsa olumlu örnekler var. Bu örneklere bakarak dersler çıkarmak mümkün.

Bu örnekler bizlere cesaret veriyor. Cesur örneklerin çoğaltılmasına ihtiyacımız var. Cesur insanlara, cesur siyasete, cesur sivil toplum kuruluşlarına ihtiyacımız var.

Yeniden birbirimizi yanı başımızda, omuz başımızda hissetmeye ihtiyacımız var. Düştüğümüzde diğerinin elini uzatacağından emin olmalıyız. Ancak birbirimizi hissedersek normale döneceğiz. O karşılaşma anları umut yaratacak.

O zaman mücadelemizi umut üzerine kurabileceğiz. Yenilsek bile birbirimize yaslanabileceğiz.

Başaramadık ama iyiydik diyebileceğiz.

İklim Akdeniz olmayacak belki ama yüzümüzü birbirimize döndük, birbirimizi ısıttık diyeceğiz…