Kategoriler
ahvalnews Yazılar

Hiçbir kente düşmesin füze!

Yeni yıla henüz yeni girmiştik.2016’nın ilk günleriydi. Sokağa çıkma yasakları ve çatışmalar devam ediyordu, Sur bombardıman altındaydı. Yasaklı alanı terk etmek zorunda kalıp Sur’un başka bir bölgesine İskenderpaşa’ya taşınan aileler vardı. Onlara battaniye, yatak, evlerden ne bulursak toparlayıp taşıyorduk. Mutfak eşyalarına da ihtiyaç vardı, tencere, tava, bardak… aklınıza ne gelirse. “Onları da pazar günü getiririm” dedim ailelere.

Ama pazar günü gidemedim İskenderpaşa’ya. Eşya götüreceğim binaya bir top mermisi isabet etmişti. 38 yaşındaki Melek Apaydın evinde üç çocuğu ve yakınları ile yer sofrasında kahvaltı yapıyordu o esnada. Top mermisi çocuklarıyla kahvaltı yapan Melek anneye isabet edip, kafasını koparmıştı. Çığlıklar, kanlı sofra bezi, dağılmış ekmekler, çay bardakları, minderler, kan sıçramış duvarlar, duvarda kocaman bir delik… ve yer sofrasının hemen yanı başında kafası kopmuş Melek Apaydın.

O binaya bir daha gidemedim, başka bir sürü binaya ve bir sürü sokağa da…

Bir kente bombalar yağarsa ya da bir kente bir füze düşerse ne olur?

Yaşam felç olur. Savaşa rağmen çocuğunuz yaşama tutunsun diye okula yollarsınız, sonra ya bomba servis aracına isabet ederse diye pişman olursunuz kararınızdan, aracın arkasından koşarsınız “oğlumu geri bırak” diye, geç kalmışsınızdır. Korkunç bir ses gelir, bomba düşmüştür bir yere, haber alırsınız şu cadde diye, o caddedeki sevdiklerinizi ararsınız, nafile, telefonlar kilitlenmiştir.

Bir bomba patlar yol üstünde, bir servis aracı olduğunu öğrenirsiniz, sizin çocuklarınızı taşıyan mı diye düşünürsünüz, saatler sonra çocuklarınızdan haber alabildiğinizde rahatlarsınız, eve koşup onlara sarılırsınız, ama utançla, başka analar o gece sarılamazlar çünkü evlatlarına. Bir bomba düşer bir şehre, büyüdüğün sokak tek bir saniye içerisinde yok olur, çocukluğun, anıların da o bombayla birlikte yok olur.

Bombaları saymak günlük rutininize dönüşür, her bomba sesiyle balkona koşar dumana bakıp nereye atıldığını anlamaya çalışırsınız. Çocuklar yemek masasının altına saklanır, çıkmazlar. Her bombayla “anne öldüm” derler, “anne öldüm”. Ölmediklerini ve ölmeyeceklerini anlatmaya çalışırsınız.

Bir bomba atılır bir şehre, evler yıkılır, sevgililerin el ele tutuştuğu, gençlerin o güzel kahkahalarının eksik olmadığı, güzelim kafeleriyle o cıvıl cıvıl sokaklar bir anda mezarlığa döner, yerdedir ölüler, genç ölüler, siz gidip o ölüleri bile kaldıramazsınız.

Bir bomba atılır bir şehre, annenizle sabah kahvaltısı yaparken,  o sırada belki de annenizle sohbet ederken, annenizin bir anda kafası kopar, ne olduğunu anlamazsınız, hayatınız o anda donakalır.

Bir bomba atılır bir şehre, insanlar ölür, geride kalanlar ölmedikleri için, yanı başlarında insanlar ölürken onların hayatları devam ettiği için, ömürlerinin geri kalanında utançla yaşamaya mahkûm olurlar.

Kentler de ölürmüş. Ben bunu 2015-2016 yılında, kent çatışmaları ve sokağa çıkma yasakları sırasında kendi memleketim ölünce öğrendim. Nefes aldığınız, anılar biriktirdiğiniz, her noktasını adım adım bildiğiniz, o güzelim bazalt duvarlarına kollarınızı açtığınız kent; anılarınızın yurdu olan, sokaklarıyla, ağaçlarıyla, içinde yaşayan canlılarıyla sizin olan kent ölür.

Bunları neden mi yazıyorum. Yeni Şafak Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül Twitter hesabından şöyle yazmıştı önceki hafta: “Erivan’ın tam merkezine yanlışlıkla bir füze düşmeli”.

Diyeceğim şu ki; siz siz olun hiçbir kente “yanlışlıkla” ya da “bilerek”  füze düşmesini istemeyin.