Kategoriler
ahvalnews Yazılar

Ant’ın vurulduğu yer

Oya Baydar’ın “Yolun Sonundaki Ev” kitabının sonunda Ant vurulur, kitap orada biter. Bildiğimiz şudur: Oma’nın torunu Ant arkadaşlarıyla buluşup Rojava’ya gitmeden önce Diyarbakır’a uğramaya karar verir. Ant memleketime gelir ve kitabın sonunda Sur’da vurulur.

Kitabı okurken son sayfasında, Ant Sur’da dolaşırken, sayfayı kapadım, gerisini okumak istemedim. “Ant, o sokaklara girme” cümlesi ağzımdan fısıltıyla çıktı.  O an Ant’ın dolaştığı sokaklar tek tek gözümün önüne geldi. Ve Ant’ın vurulduğu yer…

Ben Ant’ın vurulduğu yeri biliyorum Oya Abla. Çünkü orası her Diyarbakırlı gibi benim de evimdi. Çocukları vurdular, evi yıktılar. Kim bilir yolun sonu belki de budur.

Hatırlar mısın Oya Abla, seni götürmüştüm oraya, o dar küçelerde 2 kolunu kocaman açmıştın sen de, şimdi izninle okurları götürmek istiyorum Ant’ın vurulduğu yere, izninle başka bir son yazmak istiyorum ben “Yolun Sonundaki Ev”e. Şimdi gidelim O GÜN’e, 6 Haziran 2016 gününe, Sur’a, Bozkurt Sokağına:

Ant çok heyecanlıydı. Rojava’ya geçecek grupla buluşmadan önce Sur’a gelebilmişti.  Dicle Üniversitesinde akademisyen olan Sur’da büyümüş arkadaşıyla Saray Kapı’da bir kafede güzel bir kahvaltı yaptılar. Arkadaşı ona Sur’un başına gelenleri detaylarıyla anlatıyordu:“Her gün yenisi açılan bu kafelere bakma. Buralarda hayatla ölüm iç içe, böyle yaşamaya alıştık aslında. Hemen 100 metre ötemizde barikatlı alanlar başlıyor. Sokağa çıkma yasağı aylardır  devam ediyor. Hatta bugün 175. günü.”

Arkadaşının öğleden sonra dersi vardı. “Akşamüstü buluşuruz, seni yasaklı alanlara götürürüm. Hem hava da serinlemiş olur” dedi. “Tamam” dedi Ant. Bir melengiç kahvesi içtikten sonra Saray Kapı’dan çıktı.

Hemen karşıdaki tarihi Demir Otel’in arasından Sur’un dolambaçlı dar sokaklarına daldı.  Yerlerde çöp, duvarlarda çatışmalı dönemden kalma kurşun delikleri vardı.  Dar sokaklarda ilerledi. Birkaç küçük bakkal gördü, bir de kadınlar için bir taziye evi. Sokaklar kalabalık değildi. Su almak için durduğu bakkal birçok ailenin taşındığını, kalanların gidecek hiçbir yeri olmayanlar olduğunu söyledi. Kurşunların duvarlarında delik açtığı sokaklardan ilerlerken, bir kafe gördü. İsmi Mahabad’dı. Kafenin karşı duvarına oklar resmedilmiş ve okların ucunda bazı yer isimleri yazıyordu. Okların hemen yanına resmedilmiş siyah kedi Oma’yı hatırlatmıştı Ant’a. Oma sanki onunla bu sokaklarda geziyor gibiydi. Hafifçe Oma’ya gülümsedi Ant.

İri gözlü, hüzünlü bir kadın duvardaki oklara dikkatlice bakıyordu. Kadına yaklaşarak okların anlamını sordu. Kadın, okların artık olmayan, yıkılan mahalleleri gösterdiğini söyledi. Kadın, elinde kalem, duvara, yıkılan mahalle isimlerinin yanına bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Ant kadının yazdıklarının hepsini göremedi, gördüğü kısımda şu yazıyordu: “Burada hayatlar vardı, evler vardı, güvercinler vardı, nar ağaçları vardı… Hepsi moloz diye kaldırıldı”. Kadını hüznüyle baş başa bırakarak kafeden yukarıya doğru ilerledi.

Sağa dönünce biraz duraklamak zorunda kaldı. Küçük bir kız çocuğu, iki kolunu açmış, dar sokağın iki yanındaki taş duvarlara ellerini değdirmeye çalışıyordu. Parmakları duvarın her iki tarafına değince “yaşasın, yaşasın, büyüdüm” diye haykırdı küçük kız. Gülümsedi Ant. Oma’nın da onunla birlikte gülümsediğini hissetti. Küçük kız Ant’ın onu izlediğini fark edince biraz mahcup Ant’a dar sokaktan geçebilmesi için yol verdi.

20 metre ötedeydi polis barikatları. Barikatların yanına ilerledi. Sağdaki taş binadan birkaç kedi ciyaklayarak molozların üzerine atladı. Binanın sıvanmış sağ duvarında “Bozkurtlar Sokağı” yazıyordu. Kafasını yukarı doğru kaldırınca Ant, karşısındaki dehşet manzarayı gördü. Yıkık evler, büyük bir boşluk, molozlar… Yıkık evlerin üzerinde güneş olanca yakıcılığı ile parlıyordu. O an karga seslerini duydu. Sevmezdi kargaları. İrkildi. Oma da irkildi. Karşıdaki barikatların yanındaki duvarda ise bu yıkıntıya ve barikatlara inat “Özgürlük Sokağı” yazıyordu.

Sokağın eski ismi olmalı diye düşündü. O sırada moloz yığınına dönmüş yasaklı alanın içinde iki küçük çocuğun gezindiğini fark etti.  Alanda patlamamış çatışma atığı olma ihtimali yüksekti, böyle çok vaka duymuştu. “Çocuklar barikatların arasından içeri girmiş olmalılar” diye düşündü. Çocuklara seslendi; “bu alandan çıkın, tehlikeli olabilir” dedi, ama duymadı çocuklar. Ant polis barikatlarını hafifçe kenara çekti. Barikatların hemen ötesindeki topal köpek Ant’a, “buraya girme” der gibi havladı. Ant, karşısındaki dehşet manzaraya bir kez daha bakarak yasaklı alana adımını attı. Oma nefessiz kaldı. Ant, çocuklara doğru hızla yürümeye başladı. Henüz birkaç adım yürümüştü ki… Tak, tak, tak, tak…

“Mavi-mor bulutlar geçiyor sütbeyazı gökyüzünden, sonra kızıl bir ışık oku saplanıyor bulutlara. Yıldırım düşüyor toprağa, kızıllık parçalanıyor, dört bir yana dağılıyor. Günbatımı renklerine bulanmış ufukta yitip gidiyor her şey.

Bir evin boş odalarında, bulutların arasında yüzerek dolaşıyor. Hangi ev? Hangi deniz? Bir köpek yatıyor yanında. Dost bir köpek, usul usul yüzünü yalıyor. Kızıllık süt mavisine dönüyor, bulutlar buz kesiyor; üşüyor. Acı çeken bir hayvanın iniltileri, bir çocuk çığlığı ya da bir kedi miyavlaması, sonra sessizlik… Tanımadığı, bilmediği bir koku: çürümüş et, yanık ve barut kokusu. Kusuyor”

*** Sevgili Oya Abla, 80. yaşın kutlu olsun. İyi ki varsın, iyi ki benim hayatımın bir parçasısın. Ne Ant ne de başka çocuklar vurulmasın artık. Bozkurt Sokağı’nı tekrar Özgürlük Sokağına dönüştüreceğimiz O GÜN’e…