Ayşe Nenem uzun yaşadı. Bazen geçmişi anlatırdı biz torunlarına. Askerlerin köye geldiğini ve askerler geldiğinde dağa kaçtıklarından bahsederdi. Bazen askerlerin tüm kış köydeki evleri kullandığını, köylülerin de korkudan dağdan inmediğini ve her kış soğuktan muhakkak birkaç çocuğun dağda öldüğünü anlatırdı. Kimini kurt kapardı, kimi açlıktan ve soğuktan ölürdü. Askerlerden korkularının nedenleri arasında Şeyh Said isyanı sonrası tüm Bölgede asılan şeyhleri anlatırdı.
Bunlardan bazıları Şeyh olan dedemin evinin bahçesindeki ağaca asılmışlardı. Nenem yıllarca asılan bu şeyhlere gözyaşı döktü; “kimi yeni evliydi, daha elleri kınalıydı” diye ağıt yaktı. Ara ara da “Sarıklı, çarşaflıydık, köye gelince kaçardık askerlerden, başımızı kesecekler diye korkardık” diye anlatırdı. Nenem 104 yıllık uzun yaşamında çok zulüm gördü, çok fazla zulme tanıklık etti, yine bir zulüm zamanında, Kobane eylemlerinin olduğu günlerde vefat etti. Yasak vardı, cenazesine gidemedik.
Annem nenemden devraldı o zulmü, imam olan kardeşlerinin bazıları “köye gelen örgüt üyelerine ekmek verdiği gerekçesiyle” yıllarca hapis yattı. Dayım “açlardı, ölmek üzerelerdi, kapıma kim gelse ölmek üzere olana ekmek veririm” dedi ama ne hukuk ne de vicdan dayımın sesini duymadı.
80’lerin sonu 90’ların başında annemden biz çocukları devraldık zulmü. 80’lerin sonunda Şehitlik’te kurulan OHAL Bölge Valiliği ile birlikte mahallemiz hızla değişmeye başladı. Kalaşnikoflu adamlar ve beyaz Toroslar gelmişti mahallemize. Bu davetsiz “misafirler” güpegündüz insanları kaçırıyor ve öldürüyorlardı. Her gece yapılan ev baskınları ve faili meçhuller Şehitlik’in rutini haline gelmişti.
2015’te barış sürecinin sona ermesiyle, çocuklarım benimle birlikte yaşamaya başladı aynı zulmü. Uzun süren sokağa çıkma yasakları, kentlerimizin yıkımı, yerde kalan cenazeler, bitmek bilmez ev baskınları, gözaltılar, soruşturmalar, uykusuz geceler…
Milyonlarca Kürt, zengin-yoksul, eğitimli-eğitimsiz, köylü-kentli bu ülkede zulüm gördü. Kimisi evladını kaybetti, kimisinin hayatı cezaevinde, kimisinin cezaevi kapılarında geçti, kimisi Kürt olduğu için atanamadı, kimisi Kürt olduğu için işini kaybetti, kimisinin köyü yakıldı, kimisi mülteci olarak başka diyarlara göç etmek zorunda kaldı. Ama bu zulüm döngüsü nesilden nesile aktı, durdu.
140journos’un Başak Demirtaş ile yaptığı “Coğrafya Kaderdir” belgesel filmi izlerken tüm bunları düşünüyorum. Sevgili Başak Demirtaş’ın söyleşi sırasında söylediği “38 yıl sonra benim yaşadığımı kızlarımın da yaşayabileceğini hiç düşünmemiştim” sözü doğrusu yüreğimi dağladı. Bence “coğrafya kaderdir” sembolik bir tanımlama, çünkü ne Selahattin Demirtaş ve ailesi ne de milyonlarca Kürt bu “kaderi” kabul etmiyorlar ve yüzyıldır Kürtler kendilerine dayatılan bu “kaderi” değiştirmek için mücadele ediyorlar. Onlarca kez parti kuruyorlar, kapatılıyor, seçiliyorlar Meclis’e giriyorlar, belediye başkanı oluyorlar, yaka paça cezaevine götürülüyorlar, on yıllardır ölüyorlar, evlatlarına hasret yaşıyorlar ama bu kaderi kabul etmiyorlar. Mücadelenin değişik biçimleri var. Kimi siyasette, kimi yazarak, kimi günlük hayatında haksızlığa direnerek, kimi dilini yaşatarak, kimi üreterek, çalışarak… farklı şekillerde direniyor.
Herkes gücü yettiğince mücadele etmeye ve bu “kadere” direnmeye çalışıyor. Tıpkı Başak Demirtaş gibi. Her hafta 1700 km. Diyarbakır’dan Edirne’ye yol yapıyor, elbette sevdiğiyle hasret gidermek için ama bu aynı zamanda sevdiğini haksız hukuksuz o cezaevine kapatanlara da bir mesaj, bir direnme biçimi. Nitekim filmin bir noktasında şöyle söylüyor: “Her tarafı tel örgülerle çevrilse bile ben Selahattin’i görmeye giderim yani”. Biz Kürtlere dayatılan “kader” dikiş tutmuyor ama zulüm de son bulmuyor.
Evet, 100 yıl önce nenemiz, annemiz, şimdi bizler ve çocuklarımız aynı zulmü yaşıyoruz, ama öte yandan da yüzyıldır bu zulme direniyoruz da. Biz bize “kader” olarak dayatılmaya çalışanı 100 yıldır kabul etmiyoruz.
Dün sabah küçük oğlumla konuşurken, “anne, bekliyorum bu yıl daha gelmediler” dedi. “Kim?” diye sordum. “E her yıl bir kez kapı kırıyorlar ya seni gelip almak için” dedi.
Durdum ve düşündüm, oğluma ne cevap vereceğimi bilemedim açıkçası. Ama bugün ona anlatmayı düşünüyorum, hem zulümle yoğrulan “kaderimizi”, hem de bu “kadere” karşı direnişimizi…