“Ulan devlet, mahalleyi de götürdün ya!”

Çok sıcak bir gün. Akşam 6 gibi Suriçi’nin muhtarlarının bir kısmı ile buluşuyoruz. Mahallelerdeki ihtiyaçlara ilişkin kısa bir toplantıdan sonra yıkımın devam ettiği Alipaşa ve Lalebey mahallelerine doğru yol alıyoruz. Çocuklar dar, bazalt taşlı küçelerde oynuyorlar. Kadınlar bir nebze olsun serinlemek için kapı önlerini suluyorlar.
Ramazan ayından sonra Alipaşa’da yıkım hızlanmış. Mahallenin bazı bölgeleri tamamen dümdüz artık. Yıkık alanın içinde ayakta kalan bir ev görüyoruz. Avlusunda yaşlı bir adam oturuyor. Tek başına, yıkıntının ortasında ne yaptığını soruyorum. Ailesinin şehrin başka bir bölgesine gittiğini, ama kendisinin burayı bırakmak istemediğini, o nedenle tek kaldığını belirtiyor.
Muhtar yıkılan bazı evlerin tarihi kalıntılarını gösteriyor. “Bak, sözde tarihi yapıları yıkmıyoruz diyorlar. Oysa bu evlerin çoğunun temeline bakılsa tarihi olduğu görülecek”. Sadece evler değil tarihi olan, tüm bu sokaklar tarihi.
Yere kilim sermiş, kapı önünde oynayan kız çocuklarının yanına çöküyorum. “Evcilik” oynuyorlarmış. Evciliğin bir parçası olarak onların misafiri oluyorum, bana şeker veriyorlar.
Bir yandan yıkım, bir yandan da yaşam devam ediyor. Bir yandan evler yıkılıyor, diğer yandan yıkılan bölgenin hemen yanındaki sokaklarda hala binlerce insan yaşıyor. Halk yıkıntılar arasında yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Henüz yıkılmayan bir sokakta kadınlar yıkılan bölgeye bakarak sohbet ediyorlar. “Sebep olanın Allah belasını versin” en çok duyduğum söz.
Bugün yıkılan bir evin enkazına ilerliyoruz. Çocuklar satmak için enkazın demirlerini sökmeye çalışıyorlar. Hemen enkazın yanındaki küçük bakkalla sohbete dalıyoruz. Bakkal kırgın, öfkeli:
“Sanıyorlar ki her şey paradır. Biz 4 nesil burada oturduk. Bu hafta sıra benim evime gelecek. Evimi gözümün önünde yıkacaklar. Bu para meselesi değil. Bizim yaşamımız, hayallerimiz burada.”
Gel gör ki, her şeyi para ile satın alacağını düşünen iktidar açısından bunun önemi yok elbet. Mahalledeki fırından harika kokular yükseliyor. Fırının arka bahçesini bana göstermek istiyorlar. Muhtarların sık sık bir araya geldiği, fırına tava atıp yedikleri bu mekânı, fırıncı cennete çevirmiş. Bir dahaki tava için sözleşiyoruz. “Bunları çocuklarına götür” diyerek, zorla elime harika ekmek ve çörekleri tutuşturuyor muhtar.
Yıkıntılar arasında küçük, birkaç m2’lik taş bir yapı görüyorum. Muhtar gülümseyerek anlatıyor: “Buraya Diyarbakır’ın ilk fabrikası derler Nurcan Hanım. Ermenilerden kalan bu yapının içinde eskiden ipekböcekliği yapılırdı. Ah, onların zamanında neler yapılmazmış ki…” Ben de derinden bir ah çekiyorum, yitip gidenler için.
Mahallenin başka bir bölümüne, Alipaşa meydanına doğru ilerliyoruz. Ramazan ayında ayakta olan bölüm artık düz bir tarla. Daha önce üzerinde duvar yazıları yazılmış olan yarı yıkık evlerin çoğu yok artık. Yeni bir karakol inşa edilmiş. Tel örgülerle çevrili. Tank ve tomalar sokağın girişlerinde bekliyor.
Muhtarın evi buradaymış eskiden. Doğup büyüdüğü evine gidiyoruz. Evinden geriye ufak bir enkaz kalmış. Hüzünleniyor. Çocukluğunu anlatıyor, düğününü, çocuklarının bu mahallede dünyaya geldiğini… Alipaşa efsanelerini, çocukların eski kapı tokmaklarına uzaktan ip bağlayarak yaptıkları haylazlıkları, Alipaşa çocuklarının oynadığı oyunları anlatıyor…Yıkıntıların arasında muhtardan Alipaşa hikayelerini dinlerken, bisiklet süren çocuklar yanımızdan geçiyorlar. Çocuklardan biri bağırıyor:
“Ulan devlet, mahalleyi de götürdün ya”!
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 09.08.2017