Diyarbakır Suriçi’nin 6 mahallesinde sokağa çıkma yasağı devam ediyor. Bugün yasağın 145. günü. Bu mahallerin dışındaki Suriçi ise kendini toparlamaya çalışıyor.
Suriçinin ana caddesi Gazi’de dükkânların büyük bölümü açılsa da, eski kalabalık yok. Cadde girişindeki tanklar ve TOMA’lar ise artık Suriçi’nin demirbaşlarından. DSİ’nin kamyonları altı mahallenin hafriyatlarını taşımak için Gazi Caddesi’ne girip çıkarken, kamyonlara acı ve öfke ile bakanları hissedebiliyorsunuz.
Önce Lalebey ve Ziya Gökalp Mahallesi’ne uğruyoruz. Bir müddet sonra muhtar da bize katılıyor. Mahalle sakinleri evlerine geri dönüyorlar, hatta ciddi bir kısmı geri dönmüş diyebiliriz. Pencereden sokağı izleyen kadınlarla sohbet ediyoruz. Fatma çocuklarıyla mahalleye geri dönenlerden. “Çocuklar taşındığımız yerde çok mutsuzdular, biz de onlar da Suriçi’ne alışmışız, burası bizim yaşamımız, başka yerde yaşayamayız” diye açıklıyor dönüş nedenlerini. Okullar tekrar açılır açılmaz dönmüşler. Fatma’nın mutluluğu gözlerinden okunuyor.
Canlanan sokaklar
Bu süreçte göç eden ailelerin evlerine girenler olmuş, bazı evlerde değerli eşyalar götürülmüş, kimin götürdüğü muamma.
Mahallede belediye kırılan camların hepsini takmış, kaymakamlık da tahrip edilen evlere parasal destek vermiş. Kaymakamlıktan destek alan, evi tahrip edilen bir kadının evine geçiyoruz. “Destek aldım, ama verilen 200 TL. Sadece kapımı baştan yaptırmaya yetti” diyor. Bu mahallelerde hasar tespiti yapılmış, belli bir miktar para da ailelere verilmiş, ancak bu para ailelerin zararını karşılamaktan uzak.
Tüm tahribatına rağmen, Lalebey’in muhteşem güzellikteki sokakları insana nefes aldırıyor. Dönen çocuklar gayet mutlu bir şekilde sokaklarda oynuyorlar, evlerine tekrar kavuşan kadınlar Suriçi’nin dar küçelerinde kapı önü sohbetlerine tekrar başlamışlar.
Dengbej Evi’nden geçiyoruz, Dengbej Evi tadilata alınmış, bir müddet sonra tekrar açılacak.
Suriçi’nde tütüncülük ile geçinen birçok aile var. Tütüncülük Suriçi’nin gelir kaynaklarından biri. Genellikle ailecek yapılıyor, evlerin avlusunda kadın-erkek tüm aile beraber çalışılıyor. Tütüncülük yapan bir evin avlusuna giriyoruz. Konu kamulaştırma meselesine geliyor, Danıştay’a kamulaştırmanın iptali için başvurdular mı diye soruyoruz. Aile epey öfkeli. “İşin içinde belediye varsa biz onlara gidip başvurmayacağız” diyor. Öfkesinin nedeni sorduğumuzda adam “Çok yalnız, çok sahipsiz kaldık” diye açıklıyor.
Cenazelerini alamayan aileler
Dicle-Fırat Kültür Merkezi’ne geçiyoruz. Çocuklarının cenazesini alamayan aileler halen burada beklemekteler. Ailelerden biriyle konuşuyorum. Mehmet, 14 yaşındaki yeğeninin cenazesini bir türlü bulamadıklarından bahsediyor. 2 ay önce sosyal medya hesaplarından yeğeninin öldürüldüğünü öğrenmişlerdi, bir hesapta ölü bedeninin resmi de paylaşılmış, ama hala ortada cenaze yok. Mehmet “Çıldıracağız Nurcan Abla” diyor. “Sadece 14 yaşındaydı, akli dengesi zaten yerinde değildi, kaç kere gitti, geri getirdik, şimdi cenazesi yok ortada.”
“Kamulaştırma hikâyesi
bizi savaş kadar altüst etti”
Kahve içmeye Sülüklü Han’a geçiyoruz. Sülüklü Han yavaş yavaş eski cıvıltısına kavuşuyor. Bu yıl tarihi bir evi yenileyerek Suriçi’nde restoran açmayı planlayan, iyi eğitimli genç bir girişimci ile sohbete başlıyoruz. Savaş başlayınca aldığı tarihi evin restorasyonunu durdurmuş. “Nedir planın?” diye soruyorum: “Savaş zaten ruhumuzu altüst etti, ama bu kamulaştırma hikâyesi de savaş kadar bizi altüst etti. Bir planlama yapamıyoruz, çünkü geleceği görmüyoruz. Aslında hepimiz bir travma yaşıyoruz. Şu an belki farkında değiliz, ne yaşadığımızı aylar yıllar sonra anlayacağız.”
Bu genç Kürt hareketine de kızgın: “Ne olduğunu anlamadık. Suriçi gibi bir yerde böylesine bir savaş olur mu? Devlet başlatsa, sen korumalısın burayı. Burası Suriçi, 5000 yıllık bir şehir. Anlasaydık, birileri bize anlatmış olsaydı ne olduğunu belki başka olurdu. Ama bugün bile hala anlamış değiliz…”
Görüştüğüm başka bir esnaf ise devletin Suriçi’nde yıkılan 6 okul yerine, okul yapma planının olmadığını ve Suriçi’nin 158 hektarlık alanında devletin 12 karakol yapma planından bahsediyor, ve soruyor: “Devlet burada ne yapmaya çalışıyor? Bu insanları evinden etti, şimdi de onların evlerini kendi yandaşlarına peşkeş çekecek”.
Tüm bunlar devletin Sur’u bir anlamda “insansızlaştırma” politikasına da işaret ediyor.
Suriçi’nde hüzün ve öfke en çok hissedilenler.
Suriçi’ndeki yaşam Diyarbakır’ın diğer yerlerinden farklıdır. Burada kimse aç kalmaz. Birinin evine misafir geldiğinde bir komşudan şeker, başka komşudan çay gelir. Akşam bu avlulu evlerde herkesin evindeki yemek ortaya çıkarılır, hep beraber yenir. Evet, yoksulluk vardır, ama bu yoksulluktan çok daha güçlü bir şeklide Sur’da dayanışma, komşuluk vardır.
Devlet şimdi Suriçi’ni kamulaştırmaktan bahsediyor. Okulların yerine karakol yapmaktan bahsediyor. Bunlar gerçekleşirse eğer, burada yaşayan insanların yaşamları ne olacak?
Suriçi’nden başka yerde nefes alamayan bu çocuklara ne olacak? Suriçi’nin küçük üreticilerine ne olacak? Hayatın yükünü bu dar küçelerde, komşularıyla kapı önü sohbetleriyle atan Suriçi’nin kadınlarının yaşamı ne olacak? Komşulukları ne olacak?
Suriçi sadece binalardan ibaret bir yer değil! Burada bir yaşam var, burada bir hayat var… Bu hayat ne olacak? 5000 yıl yaşamın kesintisiz devam ettiği böylesine özel bir yerde, yaşam nasıl bir kesintiye uğrayacak?
Suriçi’ni kamulaştırmayı düşünenlere sormak gerek:
Suriçi’ndeki yapıları yıkıp yeniden yapabilirsiniz, peki ya yaşamları?
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 25.04.2016