Bugün 28 Kasım 2016…
Dört Ayaklı Minare’nin önünde anmaya gelen yüzlerce kişi bir anda onun sesiyle irkiliyoruz:
“Yıllar önce Afganistan’da Taliban güçlerinin Buda heykelini bombalama görüntülerini hep birlikte dehşet içinde izledik. Yine son birkaç yıl içinde IŞİD denen o barbar grupların Palmira’da, Musul’da, Ezidi yurdu Şengal’de insanlığın tarihi birikimlerine yönelik suikastlarını, bombalamalarını hep endişeyle, kederle izledik. Türkiye toplumu olarak hep şunu derdik; aman bunlar bizden uzak olsun. Ne yazık ki çok kısa bir süre içerisinde bizim de tarihi eserlerimize, tarihi değerlerimize yönelik benzer girişimler söz konusu oldu.
Değerli arkadaşlar, şu anda içinde bulunduğumuz Diyarbakır’ın tarihi Suriçi bölgesi 9000 yıllık geçmişe sahip bu alan içerisinde, surlar, camiler, kiliseler ve daha başka tarihi yapılar bulunmaktadır. Hemen yanı başımızda bulunan Diyarbakır denince zihinlerimizde Diyarbakır’ın adıyla en çok sembolize olan Dört Ayaklı Minareyi ne yazık ki iki gün önce, şu anda gördüğünüz gibi ayağından vurdular… Tarihi Dört Ayaklı Minare insanlığa sesleniyor: Beni ayağımdan vurdular. Ne savaşlar gördüm, ne felaketler gördüm ama böyle ihanet görmedim…”
Tahir Abi konuşuyor, sanki dün gibi, sanki burada yanı başımızda gibi… Öte yandan da sanki yıllar öncesi gibi, aradan onlarca yıl geçmiş, on yıllardır böyle arafta yaşıyormuşuz gibi…
Dört Ayaklı Minare’nin 20 metre kadar önünde yapılıyor anma, çünkü minarenin önü sokağa çıkma yasağından dolayı bariyer ve perdelerle kapalı.
Bugün 2 Aralık 2016…
Diyarbakır Suriçi’nde sokağa çıkma yasağı bugün 1 yılını dolduruyor. Şubat ayında operasyonlar bitmesine rağmen, Suriçi’nin 6 mahallesinde yasak 9 aydır devam ediyor.
Birkaç hafta önce yüksek bir binaya çıkarak yasaklı mahalleleri uzaktan görme şansım oldu. Bu mahallelerden geriye hiçbir şey kalmamış durumda. Alan olduğu gibi dümdüz. Yasaklı alanda birkaç inşaat makinesi, birkaç binek araç ve tel örgülerle çevrilmiş karakollar görünüyor. Üzerinde ne yazdığını uzaktan çıkaramadığımız bir tabela konulmuş. Tabelanın üzerinde yıkımı yapan şirketin bilgilerinin olduğunu düşünüyorum. Ben damdan alanın resimlerini çekerken, binada oturan bir kadın beni dikkatli bir şekilde uyarıyor: “Sen onları görüyorsun, ama unutma onlar da seni görüyor”.
Karakol sadece yasaklı alanda değil Suriçi’nin başka yerlerinde de kurulmuş, hepsi tellerle çevrili görünüyor. Bu mahallelerden birinin muhtarı, “biz muhtarlar bile mahallemize sokulmadık” diyor. Mahallede yaşayanlar ya Suriçi’nin yasaklı olmayan başka mahallelerine ya da Diyarbakır’ın başka bölgelerine taşınmışlar. Hasırlı’da sık sık ziyaret ettiğim çay bahçesini soruyorum. Büyük emeklerle çay bahçesini açan işletmeci, Suriçi’nde oturduğu için hem evsiz kalmış hem de çay bahçesi yıkıldığı için işsiz. Artık Ankara’da bir inşaatta bekçi olarak çalıştığını öğreniyorum. Bazı görüştüğümüz Surlu aileler polis eşliğinde evlerine girebildiklerini (eğer evleri kalmışsa), ama evlerinden bir şey alamadıklarını söylüyorlar.
Evsiz kalan insanların bir kısmının eşyaları için destek aldığını ama bu desteğin sınırlı olduğunu söylüyor muhtar. Bugüne kadar hükümetten gelen yetkililer de muhtarlarla toplanıp, onların görüşünü almamışlar. Eh ne de olsa artık devlet burada kendi sivil toplumunu kurma, kendi muhatabını yaratma peşinde. Sur’u Sur’un muhtarlarından öğrenecek değil ya! Bölgedeki “güçlü aileler”den öğreneceklerdir her hal!
Tepeden yıkılan Suriçi’ne bakarken bir yandan da bu 1 yıllık yasağı, yasağın halen neden ısrarla devam ettiğini düşünüyorum. Operasyonlar çoktan bitmesine rağmen devam eden ablukanın güvenlikle bir alakası olmadığı açık. Nitekim Suriçi’nde asıl yıkım operasyonlar bittikten sonra başlıyor. Bu artık bir sokağa çıkma yasağından çok, yasaklı bölgede yapılanları dışarıya göstermeme, kentte yaşayan insanlardan saklama hali.
Şimdi hükümet yetkilileri ve yereldeki temsilcileri ağızlarına yeni laflar dolamışlar: Daha güzel bir Sur yapacağız, yeni “tarihi mekanlar” yapacağız… gibi. Birilerinin onlara anlatması lazım, “tarihi mekan” yapılmaz. Tarihi mekanları yıkıp, sonra ben aynısı yapacağım denilemez. Ve zaten sonra aynısı da yapılamaz! Çünkü adı üzerinde yüzlerce yıllık yaşanmışlıkla bir yer, bir mekan “tarihi” olur. Tarihi mekânlara da, insanların evlerine, hayatlarına da saygı gerekir. Bir şehrin tarihi, kültürel mirası böyle dümdüz edilemez! Hiç bir şey bir şehrin, tarihi mekanların dümdüz edilmesinin gerekçesi olamaz!
Diyarbakır halkının içine sokulmadığı, yüksek perdeler ve beton bloklarla çevrilmiş mahallelere bakarken aklıma David Harvey’in kent hakkı üzerine söyledikleri geliyor:
“Şehirlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğü, iddia ediyorum, insan haklarımız içinde en kıymetli ve en ihmal edilmiş bir haktır.”
Şehirlerimizi ve kendimizi yapma özgürlüğümüzü elimizden almaya çalışanlara soruyorum:
Bu kent kimin? Sur kimin?
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 02.12.2016