‘Kürtlerin hala var olması, direniyor olması bir mucize’

Yaklaşık 20 yıldır tanıyorum Ferda Cemiloğlu’nu. Ben henüz 20’lerin başındayken Van’da Afganlı mültecilerin hakları için mücadele ederken, sivil toplumcu kimliği ile tanışmıştım kendisiyle.

Daha sonra iş kadını Ferda Cemiloğlu olarak hayatımızda yer aldı. Irak Kürdistan’ının inşasında yine ön plandaydı. Irak Kürdistan’ına her gittiğimde Ferda Abla’nın evinde bir kahveye gider, Kürtlerin ve Kürdistan’ın sözlü tarihini ondan dinlerdim.

Tıpkı yıllar önce bana bu sözlü tarihi aktaran, Cemiloğlu ailesinin bir başka ferdi, sevgili Felat Amca gibi (Felat Cemiloğlu).

Cemiloğlu ailesi, namı diğer Cemilpaşalar Kürdistan tarihine damga vuran önemli ailelerden biri. Onların sürgünlerle geçen yaşamları, Kürtlerin ve Kürdistan’ın tarihine de ışık tutuyor.

Tarihimizi anlamaya, tekrar tekrar hatırlamaya çok da ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde Ferda Abla’nın kapısını tekrar çaldım. Bir gün bana “Ailem 150 yıldır birleşmek için doğmuştur” demişti. Kürtlerin kaderi gibi…

Sevgili Ferda Abla, Cemilpaşa ailesinin ferdi olmak nasıl bir şey, nasıl bir yaşamdı seninki?

Kürtlerin yazılı bir tarihi yok, yazsalar da hep yok edilmiş, o nedenle sözel tarih çok önemlidir bizde. Ailede buna çok önem verilirdi. O sohbetler beni var etti.

Böyle bir ailenin ferdi olmanın hem iyi yönleri, hem de handikapları var. Tarihi hiç kopmamış gibi yaşıyorsun. Sözel olarak da geçmişten günümüze gelen tüm yaşantıları birinci ağızdan dinlemiş oluyorsun.

Kürtlerin tarihinde birçok ilki başlatan bir aile. İlk sivil toplum örgütünü kurmuşlar, ilk Hevi cemiyetini, üniversitede ilk Kürt talebeler birliğini kurmuşlar, Brüksel ve İsviçre’de ilk Kürt lobisini oluşturmuşlar.

Kürdistan’ın tüm parçalarında yaşamış birisin. Yaşamın sürgünlerle geçti. Sürgün olmak nasıl bir şey?

Ben Şam’da doğdum, çocukluğum Şam’da geçti. Şeyh Sait döneminde ailemiz paramparça oldu. Cumhuriyet döneminde çıkan iskan kanunları ile ailemizin her bir üyesi bir yere sürüldü. Bu sürülmelerde çekirdek aile bile korunmadı, kardeşler bile farklı yerlere sürüldü.

Tek başına bazı kadınlar sürüldü. Bu iskân kanunlarında bir gün içinde malınıza el konuyor ve aynı gün hiçbir şey almadan, yedek giysiniz bile olmadan bir bilinmeyene doğru gidiyorsunuz. Annem 1926 doğumlu, büyük sürgün döneminde, İzmir Buca’da sürgünde doğmuş.

7 yaşındayken tekrar sürgün olmuşlar ve bütün ömürleri Kırklareli, Ordu, Lüleburgaz gibi yerlerde ve büyük sıkıntılar içinde geçmiş. Ama okumayı bırakmamışlar. Ben de annemin yaşadıklarını yaşadım. Aynı süreçlerden geçtim.

6 yaşına kadar Şam’da yaşadım. Büyük bir konakta oldukça şık yaşıyordum. Daha sonra Binxêt bölgesindeki (hattın altı, sınırın altı) Derbesye’ye yerleştik. Şimdi Cezire kantonunun bir parçası.

Benim için bir dönüm noktasıydı. Kent kültüründen birdenbire bir kasaba ve kır kültürüne dönmüştüm. Baas gelinceye kadar orada yaşadık. Baas gelince toprak reformu adıyla bir gecede köylerimize el koydu.

1960 yılıydı. O süreçte işkenceler, hapislerle geçti. Dedem, amcam, babam tutuklandı, aile dağıldı. Sil baştan yine, aile yok oldu. Bu benim dönemim.

Anne yok, baba yok, herkes hapiste, mal mülk yok. Yanımızda çalışan emektar insanlar bizleri sahiplendiler. Zamanında ailem Ermenileri çok sahiplenmişti. Ermeniler de bizi sahiplendi, bizi korudular. İlkokulu Ermeni okulunda bitirdim, gizli bir şekilde.

Kaldığım yerde ortaokul yoktu, tek başıma Şam’a gittim. Orada ortaokula devam ettim. Ortaokuldayken artık Suriye’de yaşayabilecek durumumuz kalmadı, bugün yarın öldürüleceğiz korkusuyla yaşıyorduk.

Abu Felek diye bir kahve işleten bir Süryani komşumuz vardı. Bir gece geldi dedi ki, “kahvede duydum, hissediyorum bu gece evi terk etseniz iyi olur”. O gece biz evi terk ettik. Babam yeni hapisten çıkmıştı, annem düşmüş ayağı kırıktı, en küçüğümüz 11 aylıktı.

Evdeki hizmetkârlar biz çocukları sarıp sarmaladılar. Bir kış günü, yılbaşından 1-2 gün önce, mayınlar arasında, çok kötü koşullarda Türkiye tarafına geçtik.

1968 yılıydı. Geldiğimde Türkçe bilmiyordum, Kürtçenin yanı sıra Arapça, İngilizce ve Fransızca biliyordum. Beni misafir öğrenci diye Ziya Gökalp lisesine götürdüler. Herkes gelip garip garip bana bakıyordu, yine öteki olmuştum.

Diyarbakır’ı rahat yaşayamadım. Bir de annem, babam, dedem Diyarbakır’ı farklı anlatmıştı bana. Benim gördüğüm ise başka bir Diyarbakır’dı. Liseden sonra Hacettepe’ye gittim.

Daha sonra işkadınlığına geçiş nasıl oldu?

Ankara’da çocuklarımızın gittiği bir okul vardı, okul iflas etti. Biz okul aile birliği toplanıp bir şirket kurduk ve şirketi biz devraldık. İlk profesyonel iş yaşantım bu oldu.

O dönem Ankara’da sivil toplum ve siyasetle de haşır neşir olmaya başladım. SHP’de yönetici oldum. Kadın Dayanışma Vakfını kurdum o dönem. Aile içi şiddet üzerine çalışıyorduk. Sığınma evi açtık.

Mülteci akınları da vardı o dönem. Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneğini kurduk. Çocuklarım biraz büyümüştü. Ankara’da onları bırakarak, mültecilerden dolayı Van’a gitmeye karar verdim.

1992’ye kadar hayatım Van-Hakkâri-İran-Irak arasında mültecilerle ilgilenerek geçti. 1993’te Saddam olayı patladı ve ben hemen Van’dan Irak’a geçtim.

2003’te Erbil’e yerleştim. Yerleşmemin nedeni yeni bir oluşum var, federasyon yasaları çıkıyor, ailem her tarihi dönemde olmuş, ben de gidip orada olmalıyım diye düşündüm.

Önce sosyal yapılarda çalıştım. Kürt İşkadınları Derneğini kurdum. İlk kuaförü açtım. İlk yöresel yemekler restoranı Puşi’yi açtım. Kürdistan Federasyonunun inşa sürecine hem şahitlik ettim, hem de katkım oldu.

Daha sonra inşaat işlerine girdim, kurum binalarını yaptık. Soyadımın bir avantajı hep oldu. Ortadoğu’da, Mezopotamya coğrafyasında, Arap ülkelerinde, nereye gidersem gideyim ailemin bir ayak izini görüyorum.

Ailemin soyadı bana her zaman kapıları açtı ama o kapıları sonuna kadar açık tutmak da bana kaldı. O soyadına hep layık olmaya çalıştım.

Seni en son Erbil’de ziyaret ettiğimde 2015 Ocak ayıydı. İŞİD saldırıları ile Kürdistan’ın ekonomisi bozulmuş ve cenazelerin yoğun geldiği bir dönemdi.

DAİŞ’ten önce başlamıştı problemler. Irak merkezi hükümet Kürdistan Federasyonuna yolması gereken %17 bütçe payını yollamıyordu. Kürdistan yasal haklarını alamıyordu. Peşmergenin maaşları, normal maaşlar, hak edişler gelmiyordu.

Kürdistan kendi gelirini yaratmaya çalıştı hızla. Öyle bir noktaya gelindi ki 6 ay içinde yatırım yasası çıkartıldı ve sermaye gelsin diye Kürdistan kendinden çok ödün verdi. Hızla havaalanını bitirmeye çalıştılar. Havaalanı ve yatırım yasası Kürdistan’ı ayakta tuttu. İnsanların anlamadığı, bilmediği bu, Kürdistan hep kendi kendini ayakta tutacak sistemler geliştirdi.

Biraz da referandum sürecini konuşmak istiyorum. Referandum çok tartışıldı. Referandum sürecinin kötü yönetildiğini düşünen epey Kürt var, sen ne düşünüyorsun?

Bence referandum çok doğru bir karardı. Referandum olsa da olmasa da tıkanılmıştı. Çünkü DAİŞ bittiği an sıkışacaklarını biliyorlardı. Tedbir almak istedi Kürdistan yönetimi.

Kak Mesut Irak merkezi hükümetine sürekli soruyordu: DAİŞ gittiği zaman ne olacak? Nasıl bir program var? Burayı kime teslim edeceğiz? Geliri ne olacak? Bizim bedellerimizin karşılığı nasıl ödenecek? Irak yönetimi hep bugün yarın dedi ve bir yandan da hergün bütçe biraz daha kısıldı. Açlıkla Kürtler terbiye edilmeye çalışıldı.

Referandum Kürtlerin yasal bir hakkıdır. Bu referandum hem sayısal olarak Kürtlerin belirlenmesi, hem de Kerkük gibi çözülemeyen yerlerin çözülmesi içindi. 2003 anayasasında dediler ki çözülmeyen yerleri şimdilik rafa kaldırıyoruz, bunları referandum ile çözeceğiz. Aslında Kürtler bu yasal haklarını kullandı.

Peki, referandum sonucunda Bağdat’ın saldırabileceği hiç düşünülmedi mi?

Kürtlerin kendi aralarında da bir muhalefet var ve gittikçe bu Kürt Federasyonunu zora sokmaya başladı. YNK kendi içinde parçalanmıştı. Hero Talabani başlı başına bir güç olmuştu. Bunlar Kürdistan’ın birliğini zayıflattı.

Aslında dışarıdan da birçok ülke referanduma sıcak bakıyordu. Referandum kararı alınınca Kürdistan bayram yeri gibiydi. İnanılmaz bir coşku vardı. Bu coşku korkuttu onları, karar değil. Kürtlerin o coşkusu, özgüveni, o heyecanı korkuttu.

Kürtler savaşıyor. Kürtler ölüyor. Ve yine de Kürtler kaybediyor. Birçok insan bunun nedenini Kürtlerin birlik olamamasına bağlıyor. Neden birlik olamıyoruz?

Bunun birçok nedeni var. Birinci nedeni Mezopotamya’da gibi bir geçiş bölgesinde olmak. Su, kültür, kültürle birlikte zenginlik, petrol… var ve bunun yanı sıra, yanı başında bir Arap kuşağı ve Osmanlı var. Osmanlı da Kürtleri birbirine çakıştıra çakıştıra burayı idare etmiş.

Sonra okulun, dilin yasaklanmış, yoksullaştırılmışsın. Ve seni kullanmaya başlamışlar. Buna ek olarak her 30 yılda bir bu toplumu ayakta tutan aydınlar yok edilmiş. Kültürü, hafızayı taşıyan insanlar sistematik olarak yok edilmişler.

Böylesi bir durumda, var olmamız bile bana göre bir mucize, hala direniyor olmamız bir mucize. Dolayısıyla ben Kürtler bir araya gelemiyor, o nedenle kaybediyor tezine katılmıyorum.

Kürtlerin yerinde başka bir millet olsa dilini, kendini unutmuş olurdu. Buna rağmen direniyor, var. Fakat bizler daha akıllı olmalıyız, geçmişimizi iyi bilmeliyiz, özgüvenimizi yeniden kazanmalıyız ve kırıcı olmamalıyız.

Geçen ay Birleşik Kürt Kadın Platformu kuruldu, kuruluşuna öncülük edenlerden biri de sensin.Bu platforma neden ihtiyaç duyuldu?

Bizim coğrafya ve kültürümüzde kadınlar çok etkindir. Bir kavgada kadın tülbendini yere atınca, o kan davası olsa bile durur. Bu kültür ve dil hala devam ediyorsa en önemli etken kadınlar. Biz istedik ki biz Kürt kadınlar olarak birbirimizi saralım.

Birliğin içinde farklı fraksiyonlardan Kürt kadınlar var. Birlik önce Türkiye’deki Kürt kadınlar arasında birliği sağlayacak. Daha sonra Kürdistan’ın dört parçasındaki kadınlar arasında birliği hedefliyor ama bu birçok faktöre bağlı. Konjonktüre bağlı, bütçeye bağlı.

2 gün önce Birleşik Kürt Kadınlar Platformunda söylenen şu cümle çok hoşuma gitti: “Bir olmazsak bir bir yok oluruz”. Sen de öyle düşünüyor musun?

Bu slogan 1908’den, Heybûn’dan beri kullanılmaktadır. Bugün de hala geçerlidir. Tarih tekerrürden ibarettir. Bir millet yok edilmiyor. 100 yıldır bir halkla her türlü savaşıyorsan ve buna rağmen bir millet var ise, savaştan farklı bir yol gerekiyor. Hala bu koşullara rağmen varsak, bu büyük bir şeydir. Bu halkın böyle bir direnci var.

Bir gün uluslararası bir toplantıdaydım. Bana dediler ki “artık dünya globalleşti, sınırlar kalktı, siz niye devlet devlet diye tutturmuşsunuz?”. Ben de onlara Mele Nasrettin’in bir hikâyesini anlattım.

Bir yere gidiyor çorba içiyor çömçekle, çorbayı koca çömçekle her içişte “oh ne güzel” anlamında “oh öldüm” diyor. Karşısındaki adama da küçücük bir kaşık vermişler, adam bir türlü çorbayı düzgün içemiyor. En sonunda diyor ki “ya hoca, çömçeni ver, biraz da biz ölelim.”

Yani “siz devlet olmuşsunuz, sınırlar kalksın diyebilirsiniz, bırakın hele önce biz de biraz ölelim, sonra globalleşiriz” dedim.

Afrin’de şuan devam eden savaşla ilgili ne düşünüyorsun?

Oralar benim çocukluğumda yaşadığım, bugüne kadar da hala zeytinyağını yediğim, sabununu kullandığım bir yerdir. Afrin’de 500 yıllık zeytinyağı fabrikaları var, aileden aileye geçer. İnsanlar orada genelde çiftçidir.

Köyler küçüktür, birbirinden uzaktır, bazen sadece 5 ev vardır. Zeytincilik, çiftçilik ile geçinen, kendi halinde barışçıl bir halkı vardır. 1000 yıldır orası bir Kürt bölgesidir. Diğer kantonlar gibi politik de olmamıştır hiç.

Bugüne kadar tek bir silahın patlamadığı bir yerdir. DAİŞ geldiğinde her yer yok oldu, orası savaşın olmadığı tek yer olarak kaldı. İnsanlar Afrin’le ilgili ahkâm kesmeden önce, oranın nasıl bir yer olduğunu, orada nasıl bir yaşam olduğunu bir öğrensinler.

Binlerce insanın sığındığı, kendisini emniyette hissettiği bir yerdir Afrin. Afrin bunu hak etmiyor, o millet bunu hak etmiyor. Hiçbir neden savaşı mubah kılmamalı.

Nurcan Baysal

*As published on Ahvalnews on 07.02.2018