Yaklaşık bir hafta kaldığım New York’ta, Trump’un Suriye’den çekilme kararı vermesi yoğun konuşulan konulardan biriydi.
Akşamları katıldığım, Birleşmiş Milletler ve farklı büyükelçilikler tarafından verilen kokteyl ve yemeklerde de aynı konu tartışılıyordu. IŞİD’e karşı verilen mücadelede Kürtlerin ödediği bedellerin herkes farkında olsa da, belli ki sahadaki bu başarı diplomasiye evirilememiş.
Nitekim bu tartışmaların yapıldığı ortamlarda siyasi temsiliyet anlamında Kürtlerin bulunduğu söylenemez.
Yurtdışında Kürdün yalnızlığını derinden hissettiğim bir seyahat oldu. Dönüş yolunda elimdeki cep telefonuna Sakarya’daki ırkçı saldırının haberleri düşüyordu.
“Kürt müsünüz?” sorusuna “evet” cevabı veren baba-oğula silahla saldırılmış, 43 yaşındaki baba Kadir Sakçı hayatını kaybederken, 16 yaşındaki oğlu ise ağır yaralanmıştı. Kürdün yalnızlığı onu Sakarya’da da bulmuştu.
Diyarbakır’a döndüm. Buz gibi bir soğuk. Şehir her zamanki gibi sessiz, hala çalışabilen, KHK ile kapatılmamış birkaç sivil toplum örgütü ve Kürt hareketi arada bazı etkinlikler, toplantılar düzenleseler bile halktan katılım oldukça az.
Kürtler kendilerini toplumlarının içinde bile artık yalnız hissediyorlar gibi. Konuştuğum bir arkadaşım “mesele sadece devlet korku ve baskısı değil, artık neyin ne tarafa çekileceğini bilmediğim için hiç söz söylememeyi tercih ediyorum” diyor.
Başka biri Sur olaylarından beri nasıl bir derin yalnızlık hissettiğini, hayatında ilk defa bu şehirden gitmeyi düşündüğünü belirtiyor.
Kürtler arasındaki birbirini yeme yarışı bu yalnızlığı besliyor. Herkes diğer tarafın negatif yönüne vurgu yapıyor. Gittikçe toplu olarak sevindiğimiz ve üzüldüğümüz ortak konular azalıyor. Bunda elbette son üç yıldır şahit olunan zulmün yanı sıra, Kürt hareketinin güçlü kadrolarının çoğunun hapiste olması veya yurtdışına çıkmak zorunda kalmış olmasının da etkisi var.
Liderlik sorunu fazlasıyla hissediliyor. Farklılıklara tahammül gittikçe azalıyor. Şehirde dedikodu almış başını gidiyor. Bu ortamın da etkisiyle insanlar evlere çekilip mümkün olduğunca görünmeme, konuşmama ve yazmamaya dikkat ediyor.
Ertesi gün çarşıya çıkıyorum, zeytin alacağım. Zeytinin kilosunun en az 15 TL’den başladığı Diyarbakır’da kilosu 5-7 TL’ye zeytin görünce şaşırıyorum.
Nedenini sorunca, “Bu zeytinler Afrin’den abla, o nedenle ucuz” diyor karşımdaki satıcı. Duraksıyorum, doğrusu önce yanlış mı duydum diye düşünüyorum. Ama hayır, duyduğum doğru, “Afrin’den” diyor satıcı.
İlk ekim ayında hükümete yakın medyada “Afrin zeytinini Türkiye’de işleyelim” yazılarını görmüştüm. Kasım ayında ise Yeni Şafak “Afrin zeytini dünyaya açılıyor” diye veriyordu “müjdeyi”. Haberin devamında şöyle yazıyordu:
“Zeytin Dalı Harekâtı ile terörden arındırılan bölgelerin kalkınması için Türkiye ekonomik uygulamaları hayata geçirdi. Halkın ekonomik açıdan nefes alabilmesi için tarımdan tekstile birçok alanda adım atıldı. Ticari hareketlilik için büyük önem taşıyan ve savaştan hasar gören yollar tamir ediliyor. Afrin’e açılan Zeytin Dalı Gümrük Kapısı geçtiğimiz günlerde faaliyete başladı.
Zeytinlikleri ile ünlü Afrin’de zeytinlerinin işlenmesi ve gelir getirmesi için de tesisler oluşturuldu. Geniş alanda zeytin, sabun, zeytinyağı üretimi yapılıyor. Afrin’de 200 milyonu aşan zeytin ağacı bulunuyor. Afrin, PKK-PYD-PYG terör örgütünün işgali altındayken, zeytin piyasasını da elinde tutuyordu.
Terör örgütü, halkı haraca bağlamıştı. Afrin zeytinleri, dünya piyasasında yıllık yaklaşık 200 milyon dolar alanı kapsıyor. 200 milyon dolarlık zeytin piyasası, yeniden Suriye halkına kazandırılacak.”
Hemen ardından 12 Kasım’da, HDP vekili Fatma Kurtulan “Afrin’deki zeytin ve zeytinyağının ÖSO grupları tarafından yağmalanarak Türkiye üzerinden satıldığına ilişkin” bilgilerin yanıtlanması isteği ile Meclis’e soru önergesi vermişti. Muhtemelen çarşıda gördüğüm zeytinler bunlar diye düşünüyorum.
Afrin’in “çalınan” zeytinleri buralara kadar geldi de, Amedli Kürdün sofrasına giriyor artık. Dehşetle baktığımı gören satıcı “Abla biz direkt almıyoruz, bize Antakya, Adana, Mersin’den geliyor” diyor. “Sur’da evim yıkıldı, ekmek kapısı” diye devam ediyor.
Benim bakışlarımdaki öfke ve acının geçmediğini görünce, beni de kendini de ikna etmek ister gibi “Abla biz yalnız kaldık, kimse yol göstermedi, çoluk çocuk aylarca ortada kaldık. Ekmek yok, iş yok, herkes düşmüş siyaset derdine. Kimse sormuyor bizim halimizi. Biz yalnızız abla” diyor.
Eve dönüyorum ama zihnimi bir türlü toparlayamıyorum. Bir yandan hepimize “zehir zıkkım olsun” diye düşünürken, öte yandan Sur’da evi yıkılan satıcının söylediği “ekmek kapısı” sözü kulağımda çınlıyor. Demek ki Kürdün yağmalanan ağacı, meyvesi, başka bir Kürdün ekmek kapısı olabiliyor.
Elbette bunun sorumlusu ne o zeytini satmak zorunda kalan, ne de daha ucuz zeytini almak zorunda kalan Kürtler değil; bunun sorumlusu bu yağmayı yapanlar, yaptıranlar. Ama yine de “yuh olsun bize” demekten de kendimi alıkoyamıyorum nedense. Biz birbirimizi bu kadar mı yalnız bıraktık, başka bir Kürdün “yağmalanan” malını satmak zorunda mı bıraktık!
Kürt yalnız! Sadece Amerika’da, Avrupa’da, Türkiye’de değil, kendi içinde de yalnız. Derin bir yalnızlık hissi hepimizi sarıp sarmalıyor. Bunu kırmak için, iyi bir liderlik, ayrıştırıcı değil, birleştirici bir liderlik ve siyaset gerekiyor.
Kürt hareketi geç kalmadan yeni stratejiler kurmalı, günlük politikalarını oluşturmalı, bunu tutarlı bir biçimde ve ayağı yere basarak yapmalı. Uluslararası siyasette sesini duyuracak yeni yollar aramalı.
Geç kalınıyor. Bırak dünyayı, Kürt kendisi artık kendi hareketinden, toplumundan uzaklaşıyor, içine kapanıyor, yalnız hissediyor, sesinin duyulmadığını, duyulsa da dikkate alınmadığını düşünüyor.
Yalnızlık hissi gün geçtikçe yayılıyor. Bu hissiyatı kırmak iyi bir strateji ve siyaset oluşturmanın yanı sıra dayanışmaktan geçiyor, birbirimizi duymaktan, acıda ve sevinçte ortaklaşmaktan, birbirimizi ne kardeşin, ne komşunun, ne de başka bir halkın “yağmalanan” zeytinini yemek zorunda bırakmamaktan geçiyor.