Kategoriler
Yazılar

Karanlık

Karanlık

Bir Diyarbakır gecesi daha. Bahçede karanlıkta oturmuş gelip geçen sesleri dinliyorum. Birkaç ambulans, jetler, arada bir patlama sesleri. Patlama sesleri havai fişek sesi mi başka bir şey mi ayırt etmeye çalışıyorum. Düğün yapıp her gece havai fişek patlatanlara küfrediyorum. Düğün yapıyorsanız yapın tabii de en azından havai fişeksiz olsun.
Şehrin her tarafında polis noktaları var artık. Evden büroya gitmek artık 10 dakika sürmüyor. Askeri lojman ve kurumlar, emniyet, valilik gibi kurumların etrafları tamamen kapatıldığı için aylardır şehirde trafik darmaduman. Şimdi yazarken fark ettim de aylar değil, artık bir yılı doldurduk.
Sahi neredeydik 1 yıl önce.

Yeni yeni başlıyordu sokağa çıkma yasakları, henüz 2-3 günlük yasaklardı. 21. yüzyıldayız, uzatılamaz diyorduk. Böylesi bir savaşı, böylesi bir yıkımı, vahşeti tahmin edemezdik, etmiyorduk. Bu devlete değil ama bu yüzyıla güvenmiştik biz.

Geçen yıl eylül müydü, Halil Sur’da kuşlarına yem verirken katledildiğinde, yoksa ekmek almaya giderken katledilen Helin’den sonra mıydı? “Ay Helin” diyen anasının sesi hâlâ kulağımda. Neden bu kadar net hatırlıyorum ki, keşke unutsam…
Halil’in evine gitmiştim, çocukları, karısı, güvercinleri… Sonra Kurşunlu Cami’ye çok yakın olan o evlerinden taşındılar. Neredesin Halil, bak güvercinlerin aç kaldı!
Yavaş yavaş kış geliyordu. Büyüdüğüm Yoğurt Pazarı’ndaki hendekler de yükseliyordu. Küçük bir kız çocuğu görmüştüm bir gün hendeklerin yanında, nasıl da güzeldi. Dört Ayaklı Minarenin hemen arkasında bir gazete kâğıdının üstüne dizilmişti kalaşnikoflar, yanında da döşek ve birkaç yastık vardı, birkaç tane de yüzleri kapalı genç. İnsanlar onların yanlarından gelip geçiyorlardı, hatta etrafa şaşkın şaşkın bakan turistler bile vardı, az ötede de polisler. Sur hala kalabalıktı.
Sur günden güne değişti. Gökyüzüne bezler gerildi, sokak aralarına ışık girmez oldu, biz bir şey yapamadık… Kendimi ne kadar da çaresiz hissediyordum, gerçi hâlâ aynı histeyim ya…
Sonra Silvan oldu, sonra Tahir Abi… Artık açılsa da gidebilir miyim, eskisi gibi konuşabilir miyim Dört Ayaklı Minare’yle? Bilmiyorum. Onu suçluyorum, koruyamadı ya Tahir Abi’yi, ona kızıyorum.
Karlar başladı, eksi 17 dereceyi gördük. Sur’dan çıkıyordu herkes, elde bir battaniye, birkaç parça eşya. Büyük postanenin arkasından, bomba sesleri arasında battaniyeleri ulaştırmaya çalışıyorduk evsiz kalanlara.  Kar yağıyordu, yerde insanlar, yataklar, perişanlık… Sur bomba sesine gömülmüştü. Surla birlikte bir şehir ölmüştü. Sur içinde çocukları ölürken, Sur dışında hiçbir şey yapamamanın utancı sarıp sarmalamıştı şehri.
Böyle girmiştik 2016’ya. Bir de İsa’nın ve Mesut’un aileleriyle. İsa ve Mesut Sur’da ölmüşlerdi, cenazeleri yerdeydi. Aylarca gittik, geldik her yere, her kuruma… “Gereği yapılacak” sözünü en çok o dönem duydum. Haftalar sonra İsa ve Mesut’un cenazeleri teslim edildiğinde parçalanmıştı, “gereği yapılmıştı.” Cenazelerin halini gördükten sonra aylarca İsa oldum, Mesut oldum. Çocukluklarını, umutlarını dinledim ve umutsuzluklarını…
Sonra Cizre oldu, nefes alamaz olduk. Hayat bölündü, Cizre’den önce, Cizre’den sonra oldu.  Su veremedik evlatlarımıza. Bir halk Cizre’den sonra su içemez oldu. Dudakları ıslansın, susuz ölmesinler diye yağmur diledik. Bir halk zamanında yağmadığı için artık yağmuru sevmez oldu. Cizre yangın oldu. Yangının külü kalplerimizde kaldı, Bekês oldu. Söz Cizre’de çürüdü.
Cizre bitti, Sur bodrumları başladı. Günlerimiz bodrumlarda siviller olduğunu, çocuklar olduğunu kanıtlamakla geçti. Sur’da yattık, Sur’da kalktık. Her bomba atıldığında, kim öldü, Reyhan mı, Seniha mı, Fatma mı, yoksa 10 yaşındaki Şevbin mi, 1 yaşındaki bebek Beritan mı… Elimizi uzatsak tutabileceğimiz mesafede, 100 metre ötemizde… 3 haftalık yoğun mücadelenin ardından çıkarabildik bodrumlara sığınmış insanların bir kısmını, bir kısmı ise…
Sonra Yüksekova, Nusaybin, Şırnak olduk. Lice yakıldı, Lice olduk. Çığlık attık, anlatmaya, duyurmaya çalıştık. Duyan olmadı.
Unutmak keşke mümkün olsa. Sur’da, Cizre’de, İdil’de, Lice’de… yıkıntılar arasında 1 yıldır dolaşıyorum. Yıkıntılara yazıyorum. Barbarlar yaşamlarımızı, anılarımızı, hayallerimizi moloz diye kaldırdılar.
Karanlıkta oturuyorum, ufaklık geliyor yanıma, “anne çok karanlık, hadi içeri gidelim” diyor. “Evet oğlum karanlık, her şey çok karanlık” diyemiyorum.
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 22.10.2016