İstiyorum ki barış benim evime de girsin

NAZAN ÖZCAN yazdı:
“İstiyorum ki Barış Benim Evime de Gelsin”

Nurcan Baysal’ın kitabı O Gün’de boşaltılmış,yakılmış,korucu yapılmış,işkence görmüş Kavarlıların geri dönüşten sonra tekrar tekrar kurdukları günlük hayatları var.
“O yavrular nasıl büyüdü kızım, nasıl öldüler, bunlar nasıl unutulacak diye bana soruyor. Susuyorum. Bir gün askerler köye bir gerilla getirdiler. Ölü, çürümeye başlamıştı, saçları dökülmüştü. Köylere getirip bize gösterdiler. Size ibret olsun dediler, bunu hiç unutamıyorum.” Nurcan Baysal’ın ilk kitabı O Gün, bunun gibi onlarca hikaye ve onlarca hayatla dolu.
Diyarbakırlı Nurcan Baysal’ın, kırsal kalkınma projesi için Van Gölü kenarındaki Tatvan’a bağlı altı köy, beş mezradan oluşan Kavar havzasına gidişiyle başlıyor ve 2013 Nevroz’unda bitiyor. Anlatılanlar, boşaltılmış, yakılmış, korucu yapılmış, işkence görmüş Kavarlıların geri dönüşten sonra tekrar tekrar kurdukları günlük hayatları. Yerlerinden yurtlarından edilmiş kadınların mücadelesi, erkeklerin azmiyle direnmenin ve tekrar ayağa kalkmanın hikâyesi. Öncesi ve şimdisiyle. “Diyarbakır -Kavar arası ben yas oldum. Bunca yıl acının ismi benim için Diyarbakır’dı. Bu isme bir  de Kavar eklendi 30 yıl sonra” diyor Nurcan Baysal. Kürt meselesi deyince Diyarbakır değerlendirmesinden başka bir şey bilmeyenlere de selam olsun! Sıradan insanların hiç de sıradan olmayan ve bazen ciğer dağlayan hikâyelerini Nurcan Baysal öyle bir yazmış ki yutarak okuyorsunuz.
“O gün” ne?
Kitap için yüze yakın Kavarlıyla röportaj yaptım, onları yan yana koyduğumda sürekli bir “o gün”den bahsedildiğini fark ettim. Mesela “O gün, babamı tandıra koydular, üzerine benzin döktüler”, “O gün bir kurşun…” diyor röportajın devamını yapamamışım. “O gün girdiler, çeyiz sandığımı kırdılar” ya da “O gün çocuklarımla bir eve sığındık, oğlum çişim var dedi, ben de çişini altına yap dedim”, “Biliyor musun, postallar karın üzerinde çok farklı bir ses çıkarır, o gün biz yirmi dört saat postalların sesini dinlemiştik”, “Ben o gün Kürt olduğumu anladım” diye anlattılar. Sonradan düşündüğümde Kürtlerin bir “o günü” olduğunu gördüm. Ve “o gün” onlarla gezmeye devam ediyor. O gün, belki en acı günleri, belki de bir kırılmanın yaşandığı ve beyinlere çıkmamak üzere yerleşen bir gün. Biri için çeyiz sandığı oluyor, biri için çocuğunu kefensiz gömdüğü gün. Hayat “o gün”den sonra eskisi gibi olmamış onlar için.
Sıradan insanların hikâyelerinden Kürt tarihi diyebilir miyiz kitap için?
Evet küçük ve günlük hikâyeler çok kıymetli. İnsan hikâyelerinin bir başka insana daha rahat geçebileceğini düşündüm. Çok süslü laflarla, çok politik dille anlatıyoruz ya Kürt sorununu, öyle değil. Burada Ayşe’nin, Ferhat’ın hikâyesi var. Bunlar, Kürt sorununu konuşurken, konuşmadığımız şeyler. Biz Kürtler çok insan kaybettik. Bazıları biliniyor. Ama birçok insan da var ki mesela bizim bakkalımız Adnan amca, kimse onu hatırlamıyor. Ya da ona benzer insanlar, gazeteci, seyyar satıcı, öğrenci vb. Bunlar bana çok acı verir, çünkü o insanlar hatırlanmaz bile. Ama artık bu kitapla birlikte bir yerde kayıtları var. Bizden sonra da bu kitabı okuyacak olanlar onları bilecek ve hatırlayacak. Kürt sorunu, Anayasa, meclis vs iyi de bizim bir günlük yaşamamız var. Ve Kürt sorununa bunlar da dâhil.
Nedir onlar mesela?
Mesela Kavar’da kadınların süt sağmaya gittikleri bir yol var, beri yolu. O yıllardır yapılmıyor, ama başka köylerin yolu yapılıyor. Ya da ben hâlâ Diyarbakır’da helikopter sesiyle uyanıyorum. Bu başkası için çok anlamsız olabilir ama artık duymak istemiyorum. Kürt sorunu bunların hepsi aslında. Makro politikalarla diyelim ki, bir gün çözüldü Kürt sorunu, aşağıda bunlar devam ederse, gelen barış olmayacak. Çünkü bizim hayatımızın her noktasında bütün o ufak ufak yaşadığımız ayrımcılığın adı Kürt sorunu. Süreç yürüsün, imzalar atılsın filan da benim evimin içine gelmedikten sonra barış, sokaklara gelmedikten sonra, ne anlam ifade edecek ki? İstiyorum ki barış benim evime de girsin, benim sokağıma da uğrasın. O da benim günlük yaşamımdaki adaletsizliğin giderilmesiyle olur. Mesela Türkçe eğitim veren bir okulu bile zar zor yaptırdık Kavar’da. Okula ulaştın diyelim, öğretmen bulamıyorsun, dilini konuşamıyorsun! Ve o minik şeyler bizi insan yapan şeyler ve önemli.
Kavar’da kalkınma anlatıyorsunuz ama bu bizim bildiğimiz bir kalkınma değil, çok şükür!
Türkiye’de kalkınma denilince, AVM, otoban ve duble yol algılanıyor. Ama öyle değil. Kalkınma denilen şey insan haklarıyla çok ilişkili. Kavar’da insanlara “Siz nasıl bir yaşam tahayyül ediyorsunuz?” diye sorduk önce. Kadınlara, sizi girişimci yapalım desek ne olacak, acaba onlar bunu mu istiyor? Bir kadın “küçücük bir bahçem olsun”, başka bir kadın  “Beri yolu yapılsın” dedi. Onun için kalkınma o! Bir başkası için kalkınma sütlerini toplayabilmekti, köylerinden çıkarılmış bu insanların evlerini yapabilmesiydi, ağaçlarının dikilmesiydi. Genç kızlar fotoğrafçılık, dikiş nakış kursu istediler. Kadınlar, “Üretelim” diyorlardı. Aslında her şeyi onlar yapıyordu. Sabırla o hayvana bakıyorsun, sağıyorsun, sırtında taşıyıp getiriyorsun ve sütün kilosu 60 kuruş! Beni çok yaralayan bir şey, yediğimiz şeyleri üreten insanların aç olmasıydı!
Kavar’ın bir özelliği de köylerin boşaltılmış ve şimdi köye dönüşün yaşandığı bir bölge olması. “Dönün” denilince her şey hallolmuş sanıyor insanlar ama durum neydi Kavar’da?
2008’de orada çalışmaya başladığımda geri dönüş devam ediyordu, bugün de devam ediyor. O dönemde gazetelerde okuyordum, “Geri dönüşe şu kadar bütçe ayrıldı”, “Huzurlu geri dönüş” gibi şeyler.
Olan neydi?
Tam tersi. Kadın diyor ki biz dönünce yataklarımızı tarlaların içine saklıyorduk ki, jandarma burada olduğumuz anlamasın. Evlerine adım adım yaklaşıyorlar. Mesela önce Tatvan’a geliyorlar, tarlasına günlük girip çıkıyor.  Sonra köyde oturma izni çıkıyor. Bir kadın demişti ki, “Bir ağacımız vardı, geldiğimde o da yoktu. En çok ona ağladım, bütün anılarımız onun altındaydı”. Evler yakılmış, bombalanmış!  Bir adam “Ben otuz yıl yaşadığım evimin yolunu bulamadım. Her yeri ot bürümüştü” dedi. Caminin içindeki halılar, camlar, kapılar bile alınmış. Ve baştan yapıyorlar. Bir Kavar’ın kadınlarına bir de her şeyi baştan yapma azimlerine hayran kaldım. Sürekli hayatı yeniden yapıyorlar. Yıkılıyor onlar yapıyorlar! Mesela biri arıyor bir diğer köyden birini, “Bugün Tatvan’da otobüs duraklarının camları değiştirdiler, koşun yerde cam var,” diyor, Tatvan’a gidip o camları alıp evlerine takıyorlar!
Bazı bölümlerde çok kızgınsınız.
Çünkü o gün kızgınım. Kitap, çözüm sürecinde yazıldı. Ve dönem Kürt sorunu üzerine her şey kitaba yansıdı. Ben o gün birinin çocuğunun öldürülmesini yazıyorum diyelim ki, açıyorum televizyonu birtakım adamlar benim anamdan doğarken sahip olduğum dilin bana kaç saat ders olarak verileceğini tartışıyorlar! Hemen kitaba girdi. 38 yaşındayım, çok uzun yıllardır kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Bir karşılığı olsun istiyorsun. Türkler de artık bir saniyeliğine Kürt olmak ne demek diye düşünsünler istiyorum. Bilmiyorum çok şey mi istiyorum?
Değil elbette. Bir de unutma ve bağışlamanın hep Kürtlere dayatılmasından bıkmışsınız galiba.
Bir de bana affet, bağışla deniyor! Her şey benden bekleniyor. Herkes geçmişi kapatalım, geleceğe bakalım diyor. Ya bir saniye, senin bana unut dediğin benim sevdiğim! Dedem, kardeşim, arkadaşım, babam! Helallik isteyerek hangi ülkeye barış gelmiş?

*As published in Radikal Newspaper on 08.03.2014