Bundan yaklaşık iki buçuk yıl önce bir yazı daha yazmıştım. O zaman zırhlı araç Lice’de 85 yaşındaki Pakize Hazar’a çarpmış ve polis bir poşet vererek, Pakize Ana’nın parça parça olmuş bedenini, 80 yaşındaki kardeşi Hasret Neneye toplatmıştı.
Zırhlı araç “kazalarını” onlarca kez yazdık ama o günden bugüne bir şey değişmedi.
Dün bir zırhlı araç “kazası” daha oldu memleketimde. Diyarbakır Bağlar’da zırhlı araç altı yaşındaki Efe Tektekin’e çarptı. Hayatını kaybeden Efe’nin dedesinin de bir yıl önce TOMA çarpması sonucu öldüğünü öğreniyoruz medyadan. Artı Gerçek gazetesine konuşan Efe’nin babası Ahmet Tektekin; bir yıl önce babasının ölümüne sebep olan TOMA sürücüsü polis memurunun iki yıl sekiz ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldığını ve şu anda tutuksuz yargılandığını belirtiyor.
İHD Diyarbakır Şubesinin 19 Temmuz 2019’da yayınladığı “2008-2018 yılları arası Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi Zırhlı Araçların Çarpmaları Sonucu Meydana Gelen Yaşam Hakkı İhlalleri Araştırma Raporu”na göre; son 10 yılda en az 63 zırhlı araç çarpması olayı gerçekleşti. 63 vakanın sonucunda; 16’sı çocuk ve altısı kadın olmak üzere toplamda 36 kişi hayatını kaybetti. Bu olaylarda yaralanan 85 insanın bir kısmı fiziksel kayıplarla yaşamlarını devam ettiriyorlar. Bu ölüm ve yaralanmalara baktığımızda çoğunlukla çocuk ve yaşlı yetişkinler olduğunu görüyoruz.
İHD bu kıymetli raporda, detay detay ölen ve yaralananların isimleri, “kazaların” hangi il ve ilçelerde meydana geldiğini, hatta bazı zırhlı araç “kazalarının” detaylı dava süreçlerini bile incelemiş. Öncelikle şunu belirtelim, bu zırhlı araç çarpmalarının sadece iki tanesi Kürt illerinde değil. Bu “kazaların” yoğun yaşandığı iller Hakkari, Şırnak, Diyarbakır, Van ve Mardin il ve ilçeleri. Zırhlı araç çarpmalarına ilişkin davalara baktığımızda ise ilginç bir nokta göze çarpıyor:
Mahkemelerde savunma veren araç sürücüsü asker ve polislerin özellikle “zırhlı aracın yüksekliğinden dolayı ve araçların patlamaya dayanıklı yapılmasından ve bu nedenle dışarıdan gelen sesleri duymadığından dolayı, çarptıkları kişi ya da kişileri görmedikleri ve duymadıklarını” belirtmekteler. Zırhlı araçların kent trafiğine uygun olmadığı gayet net. Yine İHD raporundan anlaşılıyor ki bu araçların kullanımı özel bir tecrübe ve teknik birikim gerektiriyor. Ancak devlet bu araçlara normal polis ve askerlere kullandırtıyor. Hatta zırhlı araç sürücü belgesine sahip olmayan insanlara bile kullandırtıyor. Örneğin; 3 Mayıs 2017 tarihinde Şırnak’ın Silopi ilçesine bağlı Karşıyaka mahallesinde, uykuda evlerinin içinde, yataklarında zırhlı aracın gelip çarptığı Muhammed ve Furkan Yıldırım kardeşlerin ezilerek öldüğü davada, sanık olarak yargılanan kolluk görevlisinin zırhlı araç sürücü belgesine sahip olmadığı, ancak buna rağmen zırhlı aracı kullanmakla görevlendirdiği anlaşılmıştı.
Yani devlet bu araçların ehil eller tarafından kullanımını önemsemiyor, neden? Sürekli aynı cevaba geliyoruz. Kürdün canının değersizliği.
Bu “kazaların” bu kadar yoğun yaşanmasının bir değer nedeni de devletin bu ölümlere neden olanları cezasızlık zırhıyla koruması elbette. Bu cezasızlık zırhı da yeni “kazalara” yol açıyor. Zırhlı araç “kazaları”na ilişkin açılan birçok soruşturma “kovuşturmaya gerek yok” denilerek kapatılıyor ya da tutuksuz yargılama yapılıyor ve bir müddet sonra dava cezasızlıkla bitiyor. Devlet mesajını net veriyor: Kürdü öldürenler için “kovuşturmaya gerek yok” diyor.
Gelin hepimiz elimizi vicdanımıza koyalım ve “zırhlı araçlar neden hep Kürtlere çarpar?” sorusunu içtenlikle yanıtlamaya çalışalım.
Hepimiz biliyoruz ki zırhlı araçların altında yaşamını yitiren bu çocuklar, eğer bir Kürt ilinde, bir Kürt çocuk olarak dünyaya gelmemiş olsalardı muhtemelen yaşıyor olacaklardı. Eğer Efe ve dedesi, Kürtlerin, Türklerin, tüm halkların eşit ve özgür yaşadığı, eşit derecede korunduğu bir Türkiye’de doğmuş olsaydı, yaşamları muhtemelen farklı olacaktı. Efe ve dedesinin kaderi nesilden nesile böyle akmayacaktı.
Eğer, devlet Kürt vatandaşını huzurlu, güvenli, eşit haklara sahip bir yaşam sunmaya değer bulsaydı, Furkan ile Muhammed’in kaderi de uyudukları yatakta bir zırhlı araç tarafından ezilmek olmayacaktı. Hiçbir tank ya da zırhlı araç onların evinin içine girmeyecekti, çünkü tanklar, zırhlı araçlar mahallelerimizden geçmiyor olacaktı. Zırhlı araçlara ve her türlü silaha harcanan para Efe’nin, Furkan’ın, Muhammed’in ve diğer çocukların mutluluğu için harcanıyor olacaktı.
Çocuklarımız güvenle sokakta oynayacaklardı. Bir yerden gelebilecek bir kurşunla, bir zırhlı araç çarpmasıyla ölürler mi diye düşünmüyor olacaktık. Evden çıktığınızda eli kalaşnikoflu adamlar, tanklar, TOMA’lar, barikatlar karşılamayacaktı bizi. Kentlerimiz öyle kolay yıkılamayacak, bomba ve silah sesleri ile yaşamayacaktık.
Hayat başka olacaktı. Normal olacaktı, herkesinki kadar normal. Türkler, Kürtler ve bu ülkede yaşayan diğer halklar hep birlikte başka bir geleceğe bakıyor olacaktık. Birbirimize saygı duyacaktık, sevecektik, birbirimizin çocukları için endişelenecektik. Her gün kayyım protestolarının devam ettiği Lise caddesinde belki okuma günleri yapılıyor olacaktı. Barış içinde yaşam nasıl bir şey biliyor olacaktık. HDP İl Binası’nın önünde çocuklarını arayan analar olmayacaktı. Çocuklarımızın yüzü dağa değil, üniversiteye dönük olacaktı. Cizre’ye baktığımızda içimiz yanmayacaktı. Bırca Belek Parkında keyifle top koşturuyor olacaktı çocuklarımız. Anadillerinde eğitim alıyor olacaklardı. Kendi dillerinden korkmadan, utanmadan okula gideceklerdi çocuklarımız. Ellerinde taş değil, gitar olacaktı belki de…
Kim bilir hâlâ sokağa çıkma yasağının devam ettiği memleketimden, Sur’dan, güzel bir müzik yükselecekti gökyüzüne…
Olmadı, olamadı…
© Ahval Türkçe
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Ahval’in yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.