Akademisyenlerin barış bildirisinden hemen sonra yaşananlar Nazi Almanya’sını aratmıyor.
Nitekim başta Erdoğan olmak üzere iktidarın hedef göstermesi sonucu Barış İçin Akademisyenler adı altında toplanarak bildiriye imza atan akademisyenlere soruşturmalar, işten atılmalar, gözaltılar, tehditler hızla geldi, gelmeye de devam ediyor.
Bu tehditler öyle boyutlara geldi ki akademisyenlerden çok az bir kısmı bildiriden imzalarını çekmek durumunda kaldılar. İmzalarını çekmek durumunda kalan akademisyenlerin yaşadıkları koşulların ağırlığını, aldıkları tehditlerin boyutlarını bilmeden onlara yapılan eleştirileri de doğru bulmuyorum. Yıllar önce Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde doktora yaparken, doktorayı yarım bırakmak durumunda kalmış bir kişi olarak, bazı illerde bir aydın olarak sadece yaşıyor olmanın ağırlığının bile farkındayım. Bu nedenle bu bildiriyi imzalayan akademisyenler kadar, baskı sonucu imzasını çekmek durumunda kalmış akademisyenlerin de yanındayım.
Kapıdaki kırmızı çarpı
Bildiriyi imzalayan akademisyenlerden birinin yaşadıkları beni oldukça sarstı. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden bildiriye imza koyan Kemal İnal ve Betül Yarar’ın üniversitedeki kapılarına kırmızı çarpı işareti atılıp, üniversitede istenmediklerine dair not bırakılmış, “Gazi İletişim Ülkücüleri” tarafından. Hepimiz bu ülkede kırmızı çarpının ne anlama geldiğini biliyoruz sanırım. Kemal İnal buna ilişkin verdiği demeçte üzüntüsünü belirtirken “Bu notu asanlar benim öğrencilerim. Ben bunların neleriyle ilgilendim… Ağlayacak durumdayım” diyor.
Doğrusu demeci okurken içim sızladı, böylesine bir çaresizliği ve üzüntüyü hayatta en az birkaç kez yaşamış biri olarak sadece“Yanınızdayız, yalnız değilsiniz” demek istedim. Kemal İnal’ı şahsen tanımasam da kendisine bir mesaj yollayarak bunu belirttim. Umarım mesajım kendisine ulaşmıştır. Özellikle taşra üniversitelerinden bu bildiriye imza atan hocaların da, şu an, sadece iş kaybı endişesi değil, ciddi bir can güvenliği endişesi içinde olduklarını düşünüyorum. Şunu söyleyeyim, bu yaşananlardan sonra Kemal İnal’ın da, Betül Yarar’ın da ve bu bildiriye imza atan tüm akademisyenlerin de can güvenliğinden artık hepimiz sorumluyuz. Gözümüz, kulağımız artık onların üzerinde olacak.
Ne diyebilirim Kemal Hocam! Ağla hocam, ağla! Artık karanlık bir ülke burası. Barış isteyenlerin hain, alçak, karanlık ilan edildiği, “oluk oluk kan akıtmak” isteyenlerin elini kolunu sallayarak gezdiği bir ülke burası artık. Ancak akademisyenlerin, aydınların, gazetecilerin, toplumun birçok farklı kesiminden cesur insanların bu savaşı istemediklerine dair haykırışları ile belki de bu karanlıklar aydınlığa evrilecek.
Bir bakalım akademisyenler ne demiş?
Doğrusu bu süreçte beni üzen bir diğer nokta da, akademisyenlere destek veren birçok kişinin bile “ama…” diyerek desteklemesiydi. Akademisyenler için başlatılan bu cadı avına rağmen, “Ama … bildiride de şu var, keşke olmasaymış…” gibi birçok söz açıkça ya da kapalı kapılar ardında tartışılıyor halen.
Şöyle bir bakalım o zaman, akademisyenler ne demiş:
Devletin ağır silahlarla yaptığı saldırının taraf olduğu tüm uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu söylemişler. Türkiye devletinin kendi hukuku ve uluslararası hukuku ihlal ettiğini söylemişler. Bugün mesela Sur’da sokağa çıkma yasağı 46. Gününde, Cizre ve Silopi’de 34. gününde. 1,5 ay boyunca, on binlerce insanı, vatandaşlarını aç, susuz, doktorsuz, okulsuz bırakmak Türkiye’nin hangi yasasında, uluslararası hangi anlaşmada var?
Akademisyenler, devletin sokağa çıkma yasaklarını derhal kaldırmasını, insan hakları ihlali yapanları cezalandırmasını ve bu süreçte vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararın tanzim edilmesini istemişler. Tüm bunlar evrensel hukukun ve Türkiye’deki hukukun parçaları zaten. Bu taleplerden hangisine karşısınız?
Devam edelim: Barış İçin Akademisyenler, müzakere koşullarının hazırlanmasını, masaya dönüş koşullarının oluşturulmasını ve görüşmelerde bağımsız gözlemciler bulunmasını talep etmişler. Bunları zaten barış içinde bir gelecek için isteyenler olarak bizler de talep etmiyor muyuz? Devletin kendi içinde dahi bu savaştan rahatsız birçok bürokrat masaya dönmenin koşullarının oluşturulmasını isterken, akademisyenlerin bunu talep etmesinden doğal ne olabilir?
Ve akademisyenler,
Devletin ağır silahlarla, hukuksuzca yaptığı bu suça ortak olmayacağız demişler!
Neden bundan bu kadar rahatsız oldunuz? Sizler bu suçlara ortak mısınız? Geçen hafta Diyarbakır İHD’nin açıkladığı rapora göre, sokağa çıkma yasakları sırasında Bölgede katledilen sivil sayısı geçen hafta itibariyle 170 kişi idi, bunun 29’u çocuk, 39’u kadın ve bir kısmı yaşlı insanlardı. Her ne kadar devlet siviller ölmüyor dese de hepimiz Miray bebeğin de, geçen hafta Yüksekova’da kafası TOMA ile ezilen 65 yaşındaki Hasan Amcanın da, 12 yaşındaki Helin’in de, Sur’da arkadaşına ders çalışmaya giderken öldürülen 16 yaşındaki Rozerin’in de sivil olduğunu biliyoruz değil mi? Bu arada bu rakam sadece sivillerin sayısı, asker, polis, YDG-H’lı, PKK’lilerle bu sayı 700’ü aşıyor. 700 can, 700 evlat artık yok!
Bu suça sizler ortak olmak istiyor musunuz?
Dengeli bildiri meselesi
Bildiriyi imzalayan akademisyenlere getirilen en büyük eleştiri, bildirinin dengeli olmadığı, PKK’nin yaptıklarını göz ardı ettiği, PKK’ye seslenmediği yönünde idi. Gerçi bildiriyi imzalayanlardan Ahmet İnsel buna “Benim PKK ile bir ilişkim yok, ama devletle var. Ben Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak devletin ona çizilmiş olan yasalar ilkeler temel hak ve özgürlükler sınırlaması içinde davranmasını beklerim” diyerek bir cevap verdi zaten.
Ben de eklememi yapayım. Şöyle düşünelim:
Her bildiride, devlet ve PKK dengelenmek durumunda mıdır?
Bir devlet, “terörist” örgütle savaşıyorum diyerek sivillerin yaşadığı yerde böyle bir katliama girebilir mi? Başka hiçbir yol yok mudur? Devletin elinde başka seçenekler elbette vardı, çözüm masasını devam ettirmek gibi. Oysa devlet tüm diğer seçenekleri bir kenara bırakarak, seçimini yakmak, yıkmak, tankla topla şehirlere girmek, şehirleri tahrip etmekten yana kullandı.
Akademisyenlerin muhatabı bu devlettir elbette! Devletin yasalarla tanımlı görev ve sorumlulukları vardır ve devlet bunun dışına çıktığında, bu görev ve sorumluluklarını hatırlatmak gerekir.
Akademisyenleri eleştirenler!
Bir kere de bırakın da birileri de devlete konuşsun!
Bir kere de devlete konuşma, seslenme cesaretinde bulunanların yanında olun!
Bir kere de, Ama’sız, Fakat’sız linç edilmek istenen insanların yanında durun!
Akademisyenler cesurca “Bu devletin suçlarına ortak olmak istemiyoruz” diyorlar.
Ben de istemiyorum!
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 17.01.2016