AYNI EVDE AYRI DİLLER
“- Türkçe konuşanlar mı daha fakir olur, Kürtçe konuşanlar mı?
– Kürtçe konuşanlar daha fakir.
– Türkçe konuşanlar nasıl giyinir?
– Güzel giyinir. Saçları düzgün taranmıştır.
– Kot pantolon gömlek falan giyinirler. Giysileri güzeldir.
– Kürtçe konuşanlar nasıl giyinir?
– Uzun etek giyinirler. Saçları topludur.
– Başları bağlıdır. Saçları düzgün değildir.
– İngilizce konuşanlar?
– Onlar çok güzeldir.”[1]
Handan Çağlayan’ın DİSA çalışmaları kapsamında yaptığı Aynı Evde Ayrı Diller araştırmasının kitabında Kürt çocuklarla sohbet ederken sorduğu sorulara verilen yanıtlar bunlar.Henüz 2 hafta önce çıkan kitapta görüyoruz ki bu algı sadece çocuklarla sınırlı da değil. Yıllarca toplumun bilinçaltına yerleştirilen “Kürtçe kötüdür” algısı o kadar güçlü ki, son yıllarda Kürt siyasal hareketinin etkisiyle Kürtçeye bir geri dönüş yaşansa da, halen Kürtçenin değerli olmadığı algısı toplumda devam ediyor. Bunun nedeni olarak Handan Çağlayan kitabında diller arası hiyerarşinin etkisinden bahsediyor ve örnek veriyor. Kanada gibi diller arasında hakimiyet ya da hiyerarşi ilişkisinin bulunmadığı durumlarda çift dilliliğin bireyler açısından zenginleştirici ve toplumlar açısından da kaynaştırıcı etkisi olurken, Türkiye gibi diller arasında hiyerarşinin yoğun olduğu bir yerde ise çift dillilik anadilin zamanla kullanılmaması ve unutulması sonucunu doğurabiliyor.
“Aynı Evde Ayrı Diller” Kürtçenin kuşaklararası nasıl aktarıldığı daha çok aktarılamadığına; ve bunun kır/kent, toplumsal cinsiyet, göç ve sınıfsal konumlar açısından nedenlerini inceliyor. Çağlayan bu incelemeyi yaparken de halen çok dilliliğini devam ettiren yaşayan bir mekan olarak Diyarbakır’a da kitapta özel bir yer veriyor. Dolmuşta, pazarda, çarşıda şehrin seslerine kulak kabartıyor.
Dedeler, neneler, anne-babalar ve torunlar olmak üzere 3 kuşaktan kişilerle yapılan araştırmada kuşaklar arası dil aktarımında genel olarak şu eğilimin ortaya çıktığını gözlemliyoruz: Birinci kuşak yani dede ve neneler Kürtçe, ikinci kuşaklar Türkçe/Kürtçe ve üçüncü kuşaklar yani günümüzün Kürt çocukları da daha çok Türkçe konuşuyorlar. 12 Eylül öncesi dilden utanmanın daha çok yaşandığını, 12 Eylül sonrası dönemde dilden korkunun daha çok yoğunlaştığını, bugün ise diller arası hiyerarşiden dolayı Kürt çocuklarda Kürtçenin “kötü” olduğu algısının halen devam ettiğini görüşme yapılan kişilerin anlatımlarından görebiliyoruz.
2000’li yıllarla birlikte Kürt siyasal hareketinin ve bunca yıl verilen dil mücadelesinin etkileri yavaş yavaş görülmeye başlanıyor. Daha önceden pazarın, evin ve sokakların dili olan Kürtçe, siyasal alanın, yerel yönetimlerin, konferansların, toplantıların, üniversitelerde çeşitli birimlerin, televizyon kanallarının dili oluyor. Ancak Kürtçenin artık yayın dili, edebiyat dili, sanat dili, kitabın ve siyasetin dili olması da gidişatı değiştirmiyor. Dil yeni nesile aktarılamıyor. Artık Kürtçeden geçmişte olduğu gibi iradi bir uzaklaşma olmasa dahi anadilin eğitim ve çalışma yaşamında hala sınırlanıyor olması, diller arası hiyerarşi ve Kürtçenin değerli olmadığı algısı ile birleştiğinde çocukların Kürtçe öğrenmesini zorlaştırıyor.
Pepe’nin Kürt çocukların asimilasyonuna etkisi
Araştırma Caillou, Pepe gibi çizgi filmlerin Kürt çocukların Türkçeyle daha hızlı tanışmalarına olan güçlü etkisini de gözler önüne seriyor. Ben u Sen gibi yaşamın Kürtçe aktığı mahallerde bile çocukların Pepe gibi çizgi filmlerden dolayı aksanlı olmayan bir Türkçe konuşuyorlar. Televizyon hakim dilin egemenliğini daha da pekiştiriyor. Artık egemen dile maruz kalmak için evden çıkmak ya da okula gitmek gerekmiyor. Pepe yeterli. Çocuklarını televizyondan uzak tutmaya çalışarak, buna karşı mücadele eden ailelerin de bu mücadelede başarılı olmadığını kitaptaki anlatılardan görüyoruz.
Resmi politikalar ve kurumların etkisiyle Kürt çocukların kafasına yerleştirilen Kürtçenin “kıymetsiz” olduğu algısı devam ettiği müddetçe Kürtçeyi korumak mümkün görünmüyor. Birçok kişi ve uzman çocuğun yüksek yararından dolayı egemen dilin iyi öğrenilmesi gerektiğini, yoksa çocuğun eğitime başladığında diğer çocuklarla yarışa eşit başlayamayacağını, iyi eğitim alamayacağını, iyi hayat koşullarına sahip olamayacağını dile getiriyor. Ancak burada kaçırılan bir nokta, bu tür bir tekdillileşmenin aslında Kürt çocukları bir anlamda “dilsiz” bıraktığı. Sonuç olarak çocuklar ne Kürtçeyi ne Türkçeyi tam öğrenebilmekteler.
Daha da ötesi anadilini bilmemek kişiyi “yarım ve köksüz” bırakıyor. Bir yandan teyzeleriniz, neneniz, halalarınızla… kocaman bir aileniz var. Öte yandan iletişim kuramadığınız için aslında kimseniz yok, yumurtadan çıkmış gibi, öncesi yok gibi… Nitekim kitaptaki örnekler bazı annelerin çocuklarıyla iletişimi olmadığı için okuldan gelen çocukların nasıl odaya kapandığını, anne ve çocuk ilişkisinin nasıl kurulamadığını gözler önüne seriyor.
Başka bir örnekte Reşide ile torunu Zehra arasındaki diyaloğun sınırlılığını ve Reşide’nin torunu ile ilişki kurabilmek için mücadelesini görüyoruz:
“R: Zehra, neneyi seviyor? Bu neneyi seviyor, köyde neneyi seviyor? Beni seviyor ya Semiha’yı?
Z: Seni
R: Seni seviyor. Söyle köyde de nene de seviyem.
Z: Seviyem.
R: Köyde de neneyi sevi kızım.”[2]
Çocuğun yüksek yararı neyi gerektiriyor gerçekten merak ediyorum. Egemen dili daha iyi öğrenmek uğruna, anandan babandan kopmak, onlarla duygu ve düşüncelerini paylaşamamak, ailene yabancılaşmak, Kürtçe ve onun içinde bulunduğu tüm evrenden utanmak, kendini, aileni, köklerini terk etmek, hayatta güvensiz kalmak, özsaygını yitirmek, kendini bir odaya kapatmak, dışlanmak, susmak ve susmak…
Bu mudur Kürt çocukların “yüksek yararı”?
Nurcan Baysal
03.06.2014
*As published in T24 on 09.06.2014