Kategoriler
ahvalnews Yazılar

Analar ağlar…

Diyarbakır’ın en sevdiğim ayıdır eylül. Doğduğum ve büyüdüğüm Şehitlik Mahallesinde ise eylülün özel bir önemi vardı. Dut ağaçlarının bol olduğu bahçelerde kapı önleri yıkanır ve tüm eylül boyunca mahallenin kadınları kışlıkları hazırlardı. Konserveler yapılır, biz çocuklar el makinelerinin ağırlık gerektiren tarafına oturtularak, kırmızı biberler el makinalarında çekilip salçaya dönüştürülür, patlıcanlar ve top biberler kışın dolmalık için kurutulurdu.

Mahallenin kadınlarının birlikte oyduğu patlıcanları iplere dizmek  büyük bir zevkti bizler için. Patlıcanların kurumaya başlaması, rüzgârda çıkardıkları hışırtılar bana bir yılın daha bittiğini hatırlatırdı. Yoksul ama güzeldi Şehitlik’te hayat, mutluyduk.

80’lerin sonuna doğru tüm hayatımız gibi eylüller de değişti. Artık kapı önüne kilimler serilmiyor, kışlıklar bir şölen içinde hazırlanmıyordu. Çocuklar dağlara gitmiş, ardından cenazeleri gelmişti. Kimilerinin elleri kınalıydı, kimi daha lisedeydi, kimi tek, kimileri de topluca gruplar halinde gitmişti. Günler ölüm haberleri ile geçiyor, Şehitlik’te her gün bir evden ağıtlar yükseliyordu.  Analar ağlıyordu, gözyaşları sanki tüm o konservelere, patlıcanlara sızıyordu. Artık patlıcanlar hep acı çıkıyordu.

2009 yılında kırsal kalkınma çalışmaları için Karadeniz’in yoksul köylerini geziyordum. Oğullarımdan biri dört, diğeri ise bir yaşında bebek olduğu için, bu seyahatlere onları da yanımda götürmek durumunda kalıyordum.  Gittiğim illerde, konakladığım köylerde insanlar, çocuklarıyla birlikte Karadeniz’in yoksul köylerine desteğe gelen bu Kürt kadına hem şaşkınlıkla bakıyorlar hem de bana yardımcı olmaya çalışıyorlardı.

Ayşe teyze ile bu köylerden birinde tanışmıştım. Trabzon Maçka’nın köylerinden biriydi diye hatırlıyorum.  Ayşe teyzenin evinin camından yamaca baktığımda, yamaçtaki evlerin hemen hepsinde Türk bayrağı asılıydı. “Onlar şehit evleri” demişti Ayşe teyze.  O gün Ayşe teyze dolabında ne varsa bana ve çocuklara çıkardı, harika bir sofra kurdu. Diyarbakır’dan geldiğimi duyan köyün diğer kadınları da eve doluştular. O akşam Maçka’nın köylü kadınları ile uzun uzun sohbet ettik, çocuklarının nasıl, nerede öldüklerini anlatıyorlardı. Bana öldükleri yerleri soruyorlardı.  Anaydılar, ağlıyorlardı.

Maçka’dan, Ordu’ya, Konya’ya, Van’a, Cizre’ye, Şırnak’a, Nusaybin’e… evlatlarını kaybetmiş yüzlerce ana ile konuştum son 20 yılda. Evladının o son anını merak ediyordu çoğu, bazıları ölürken acı çekmiş midir diye soruyordu, bazıları “vatan sağ olsun” derken dudakları titriyordu, bazıları evladından bir parça kemik arıyordu, kimisi evladının saçının bir teline bile razıydı. Korkmuş muydu evladı ölürken, “anne” diye seslenmiş miydi, bir dağ başında mıydı, ya da bir gelincik tarlasında. Kimisi nişanlıydı, kimisi gelinlik çağındaydı, kiminin evde bebeleri vardı, kimi öğrenciyken gitmişti askere, kimi 14 yaşından beri dağlardaydı. Çocuklardı, evlatlardı.

Bu ülkede Türk- Kürt binlerce ana 40 yıldır ağlıyor. Türk- Kürt binlerce ana ömürlerinin geri kalanını bir mezarlıkta ağıt yakarak geçiriyor. Türk-Kürt binlerce ailenin evinin duvarlarında ölen çocukların fotoğrafları asılmaya devam ediyor. Her yıl yeni fotoğraflar ekleniyor. 2000’li kuşak ölüyor artık. Eylüller geçiyor, yağmurlar yağıyor, kışlıklar çürüyor, çocuklar toprak oluyor, analar ağlıyor.

Analar ağlamasın lafı anlamsız kalıyor. Analar ağlar.  Maçka’da, Şehitlik’te, Cizre’de, Konya’da, Ege’de, Hakkari’de… analar ağlıyor. Hiç değilse bugün indirelim eteğimizdeki taşları, miğferleri, apoletleri, bayrakları, marşları; bırakalım o tarafı bu tarafı, hatırlayalım ölen her bir canın insan olduğunu, hatırlayalım anaların o biricik evlatlarını. Bugün bir ağıt mırıldanalım Şehitlik’ten Maçka’ya. Hiçbir şey yapamıyorsak eğer…