Kategoriler
ahvalnews Yazılar

Açlık grevleri: ‘Anormal olan normalleşmiş durumda’

Bu sözler açlık grevinde oğlu olan bir anneye ait.  Abdullah Kurt 26 yaşında, Gaziantep H Tipi Cezaevi’nde 40 gündür açlık grevinde.  Anne Nazife Kurt en son geçen salı oğlunu ziyarete gitmiş. Moralinin iyi olduğunu ama sekiz kilo kaybettiğini söylüyor.  B12 ve B6 vitamini kullanıyor. Anne devam ediyor:

“Yiyip içtiğimiz her lokmayı zorlanarak yiyoruz. 40 yıldır o kadar kötü şey yaşadık ki, şimdi bu yaşananlar da normal geliyor. Anormal olan bir durum normalleşmiş durumda. Oğlum moral olarak iyi. Talepleri yerine gelene kadar açlık grevini devam ettireceklerini söyledi.  Sadece toplumun gereken tepkiyi vermemesi onları üzüyor.”

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, Prof. Baskın Oran ve eşi Feyhan Hanım, 78’liler Girişimi Sözcüsü Celalattin Can, Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Tahsin Yeşildere ve Diyarbakır 78’liler Derneği’nden arkadaşlarla birlikte açlık grevinde çocukları olan anaları ziyaret ediyoruz.

Ziyaret ettiğimiz bir diğer ailede, ailenin gülü, biricik kızları, 25 yaşındaki Hatice Kaymak 64 gündür Tarsus Cezaevi’nde açlık grevinde.  Bugüne kadar sadece su ve şekerli su almış, cezaevi yönetimi tarafından vitamin verilmediğini öğreniyoruz.

Ziyaret ettiğimiz bir diğer aile,  Patnos L Tipi Cezaevi’nde 83 gündür açlık grevinde olan Mehmet Bozdağ’ın ailesi. Mehmet sadece 33 yaşında. Vitamin kompleksi alsa da sağlık kontrolleri düzenli yapılmıyor.  Baba düzenli ziyaretine gidiyor. Gardiyanların sık sık koğuşlara baskın yaptığını anlatıyor.

Mehmet aşırı kilo kaybına uğramış, ses, ışığa karşı hassasiyet gelişmiş ve ayakta durmakta zorlanıyormuş.  Son ziyaretinde babasına “sonuna kadar bırakmayacağız” demiş.

 

 

Başka bir aileye uğramak için arabaya tıkış tıkış biniyoruz. Araçta yanımdaki babanın oğullarının da açlık grevinde olduğunu öğreniyorum. “Üç oğlum açlık grevinde, iki evladımı da bu savaşta kaybettim” diyor. Yutkunuyorum. Araçta sessizliğe bürünüyoruz.

Hikâyeler böyle devam ediyor. 1 Mart’a kadar 320 civarında olan cezaevlerindeki açlık grevindeki mahpus sayısı, 1 Mart’tan itibaren epey artmış durumda. Rakam tam olarak bilinmiyor. 3000-5000 arası bir rakamdan bahsediliyor. Sadece Leyla Güven değil, hapishanelerde binlerce genç, birilerinin evladı, sevdiceği ölüme gidiyor. Toplum ise ölümlere fazlasıyla alıştırıldı. Nazife ananın dediği “anormal durum normalleşmiş durumda”.

HDP Diyarbakır il binasında da devam eden bir açlık grevi var. Geçen hafta polis baskını neticesinde bina darmadağın edilmişti, binanın kapısı kırılmış ve açlık grevinde olan bazı kişiler gözaltına alınmıştı. Önceki akşam, bu sefer HDP İl binasında açlık grevinde olan kişileri ziyarete gidiyorum.

Binanın kırılan kapısı onarılmış. HDP’li üç vekil dışında açlık grevinde olan üç kişi daha var, açlık grevinde olan dört kişi de gözaltından sonra tutuklanmışlar. Ben bu yazıyı bitirmeden önce diğer üç kişi de gözaltına alındı.

Leyla Güven açlık grevinin 130. gününde. Cezaevlerinde açlık grevinin 100. gününe yaklaşanlar var.  Kimi cezaevlerinde gereken vitaminler verilirken, bazılarında ise verilmiyor.

Her ilin barosu da aynı ilgiyi göstermiyor. Hiçbir avukatın gitmediği mahpuslar olduğunu duyuyorum. Binlerce insan cezaevinden dışarıya bir ses duyurmaya çalışıyor, ama sesleri sanki boşlukta yankılanıyor.

Açlık grevleri benim gibi yaşamdan yana olan biri için tasvip etmediğim bir eylem biçimi olsa da, bedenini açlığa yatırmak bir insan için son seçenek olsa gerek. Büyük irade ve inanç gerektiriyor. Öte yandan şuan Türkiye’de karşımızda nasıl bir devlet olduğu da açık. Bunun için Cizre’ye, Sur’a bakmak yeterli.

Bizler, dışarıdakiler, hayatına öyle ya da böyle devam edenlere büyük sorumluluk düşüyor. Bu insanları yaşatma sorumluluğu. Örgütlü olmadıkça atılan bir twit, yazılan bir yazı, atılan bir imza, bir basın bildirisi ya da yapılan bir yürüyüş ile onların sesine güçlü bir ses katılamıyor.

Tüm yapılan bu eylem biçimleri kıymetli, ama bunlarla Leyla Güven’i ve cezaevindeki diğer mahpusları yaşamını kurtarmak mümkün görünmüyor.

Yazımı bitirmeden önce açlık grevinde oğlu olan bir baba, büroma ziyaretime geliyor. 2000’li yıllardaki açlık grevinde cezaevindeymiş. Devletin operasyonu sonucu revirlere kaldırılıp serum takılan açlık grevi eylemcilerinin Wernicke-Korsakoff sendromuna nasıl yakalandığını anlatıyor.

Wernicke Korsakoff, uzun süreli açlığa ve açlık grevindeki insanlara bilinçsiz biçimde yapılan müdahalelere bağlı olarak ortaya çıkan bir hastalık. Hafızayı siliyor, insanları yaşamını kendi başına sürdüremez noktaya getiriyor. “Beş yaşındaki çocuk gibi olmuşlardı Nurcan Hanım” diyor baba. “Üç yıl içinde 125’e yakın insan öldü. Binlercesi sakat kaldı” derken kendi oğlunu düşündüğünü anlıyorum gözlerinden. Gözleri bir çare arıyor…

Hepimiz bu işin tek bir kişinin burnu kanamadan bitmesi için bir çare arıyoruz. Bu sefer ölüm değil yaşam kazanmalı. Diyalog mümkün. Türk-Kürt tüm toplumun kazanacağı adımları atmak hala mümkün. Barışa yaklaşmak mümkün. Yaşam mümkün.

Açlık grevindeki bu insanları yok sayarak, yok olmayacaklar. Aileler seslerini size duyurmamı istediler. Onların çığlığı size ulaşıyor mu bilmiyorum, yoksa o da boşlukta mı yankılanıyor?

Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Ahval’in yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.