Uzun bir yazdan sonra sonunda sonbahar geldi. Yapraklar yavaş yavaş dökülmeye başladı. Sur’un ana caddesi Gazi Caddesi hareketli. Cadde girişindeki polis kontrol noktaları ve Sur’a açılan tarihi kapılardaki barikat ve kontrol noktaları artık hayatımızın bir parçası. Bazen bunlardan önceki hayatı, 2 yıl öncesini hatırlamak için zihnimi zorlarken buluyorum kendimi…
Neredeyse her öğlen yaptığım gibi, bu öğlen de barikatların ve eli kalaşnikoflu polislerin arasından, Tek Kapı’dan geçerek giriyorum Sur’a. Aydın Büfe’de bir sandviçten sonra Sur içlerine doğru yürümeye başlıyorum. Yeni düzenlenen ve gösterişli bir park yapılan İçkale tarafına ayaklarım gitmiyor. Sur’un bildiğim, eski sokaklarına dalıyorum. Kilimci Hasan ustayı görüyorum. Kürsüyü uzatıyor, kırmıyorum, çaylar geliyor. Birkaç esnaf daha toplaşıyor. Gündem Güney’deki referandum. Türkiye’nin tavrı Kürtleri bir kez daha öfkelendirmiş görünüyor. “Gerekirse gider Güney için de savaşırız” diyor usta. Gözünden bir gölge geçiyor. Muhtemelen Rojava’da kaybettiği yeğeni aklına düşmüş olmalı diye düşünüyorum. Başka bir esnaf; “Kimse Kürtlere bağımsızlığı altın tepsiyle sunmuyor, her şey şehitlerimizin kanıyla oluyor, Kürtlere söz söyleme hakları yok” diye ekliyor.
Melikahmet’e doğru yol alıyorum, muhtarlarla buluşuyorum. Muhtarlarla birlikte “kentsel dönüşüm” adı altında yıkımın devam ettiği Alipaşa’ya gidiyoruz. Sadece son haftada bile ciddi bir alan yıkılmış durumda. Elektrik ve sular kesilmiş. Elinde hortum yaşlı bir kadın görüyoruz. Birkaç yüz metre ötedeki camiden hortumla evine su taşıyor. Kadın hem su taşıyor hem ağlıyor. “Ah kızım” diyor “Kova kova su taşıyıp çamaşır makinesini çalıştırmaya çalışıyorum, olmuyor, makine de bozuldu. Saat gece 2’ye kadar hortumla su çekiyoruz. Evde 1 yatalak oğlum, 2 torun var. Ne içecekler, nasıl yıkanacaklar. Müslüman olan suyu kesmez. Suyu içmeyen imansız gider”.
Yaşlı kadın sürekli beddua ediyor. Beddua sesleri arasında içlere doğru ilerliyoruz. Bu sefer bir grup genç görüyoruz, pek konuşmak istemiyorlar. Yeni yıkılan evlerin yıkıntıları üzerinde çocuklar demirleri topluyor. Evlerin yıkımından kalan büyük boşluğa yapılan karakolun ordayız. Yan sokaktan bir kadın usulca yanıma yaklaşıyor. “Kızım seni alırlar,” tankı göstererek, “Bu tank sana çarpar, çok dolaşma burada” diyor. Evine davet ediyor. Karakolun sağından sokaklara tekrar dalıyorum. Sokakta birkaç kadın oturmuş sohbet etmekteler. İçlerinden biri usulca gözyaşı döküyor, çocuklarının ona bakmadığını, hepsinin Sur’u terk ettiğini, onu yalnız bıraktığını öğreniyorum. Komşular teselli ediyor.
Lalebey’e doğru ilerliyoruz, her taraf çöp, pislik içinde. Hükümet DBP’li belediyeleri pis olmakla, şehrin çöpünü toplamamakla eleştiriyordu. Bir de şimdi gelip, kayyımlı belediyenin yerde bıraktığı, toplamadığı çöpleri görseler. Muhtar, belediyenin çöpleri özellikle toplamadığını, insanlarda Suriçi’nin yaşanmaz, kirli, pis bir yer algısı yaratmaya çalıştığını, böylece yıkımı daha rahat yapabileceklerini düşündüklerini söylüyor. Çöplerin içinde oynuyor çocuklar. Okula gidip gitmediklerini soruyorum. Alipaşa’daki okul kapanmış, yeni bir yere de henüz kayıt yaptıramamışlar. Gittikleri bazı okullar da onları almamış. Oysa tüm yaz okulun açılmasını beklemişler. Bazı çocuklar okula giremeyince, okulun kapısında ağlamışlar. “Ama ben ağlamadım” diyor içlerinden biri.
Hava kararıyor. Hava karardıkça, Sur hızla boşalıyor. Dükkanlar kapanıyor, Sur’dan olmayanlar Sur’dan çıkıyor. Akşam karanlığında Sur sadece Surlulara kalıyor. Hüznü ve yalnızlığı o zaman daha güçlü hissediliyor. Akşam yemeği yerine fırında bir şeyler atıştırıyoruz. Yemekten sonra ziyarete gideceğim bazı aileler var, bu sefer Sur’un Melikahmet tarafında.
Ana Melikahmet Caddesi de “yenileniyor”. Her yer koca bir inşaat halinde. Toz, toprak, makineler… Melikahmet sağlık ocağı karakola çevrilmiş. Küçük dar sokağın içine devlet koca karakolu kondurmuş. Mahallede yaşayan Fatma teyzenin kızı anlatıyor: “Annem yatalak ve birçok hastalığı daha var. İki günde bir sağlık ocağına götürmem gerekiyor ve buradan ta Şehitliğe götürüyorum annemi. Çok zor oluyor.” Mahallede konuştuğum başka insanlar da durumdan oldukça şikâyetçiler. Sağlık hizmeti mahallede büyük bir soruna dönüşmüş durumda. Mahallenin ortasına dikilen karakol da insanları ürkütüyor. Eskiden şen şakrak olan mahalle büyük bir sessizliğe gömülmüş.
Gündüzün tantanası, alışverişi, koşturması bitince, akşam karanlığında Sur’un resmi ortaya çıkıyor: Binlerce yıllık taşlara sinen sessizlik ve mutsuzluğun resmi bu. Belki de mutluluğa hasret olmanın resmi.
Sur yorgun, bizler de… Sur sesini duyurmaya çalışıyor, bizler de Sur’un. Sur’un Yıkımına Hayır Platformu ve daha birçok sivil toplum örgütü, aktivistlerin çabalarına rağmen, yıkım bırakın durmayı, yavaşlamıyor bile. Karşındaki devlet kör, sağır. Tek bir muhatap yok. Karşında sadece karakollar ve eli silahlı insanlar var. Militarizm sadece Sur’u değil tüm hayatlarımızı esir almış durumda.
Gecenin karanlığında bir esinti başlıyor. Evet ya son-bahar geldi diye düşünüyorum. Oysa Sur çok uzun bir süredir ilk-baharı bekliyor…
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 18.10.2017