Kategoriler
Yazılar

“Sağlam bir demokrasi kültürü oluşturamadık”

Akın Birdal birçok şapkaya sahip olanlardan. İnsan hakları savunucusu, siyasetçi, ziraat mühendisi, yazar… Korkunç tanıklıklar, suikastlar, linç girişimleri ile geçen bir yaşam. Ve böylesi bir yaşama rağmen, her zaman dudağında tatlı bir tebessüm var.

Mucizevî bir şekilde hayatta kaldığı suikasttan sonra bile, suikastçıları anlatırkenki sakinliği, dinleyenlere verdiği umut dikkatimi çekmişti. Akın Birdal deyince, bu umut veren, gözlerinin içi gülümseyen bakışlara, insanın içine işleyen bir nezaketi de eklemek gerekiyor.

Biz sadece birkaç hafta önce tanışma şansı bulduk. Onun bana ilk sorusu, mücadele ederken, enerjimi, gülümseyen yüzümü, gücümü nerden aldığımdı. Ben de ona cevap vermiştim, “Sizlerin, Vedat Aydınların, Apê Musaların, Eren Keskinlerin mücadelesinden alıyorum” diye.

16 Mart günü, güneşli bir bahar sabahı, Diyarbakır’da kendisi ile buluştuk. Ne iyi geldi bana. Yine güçlendim, enerji depoladım. Bu röportaj size de iyi gelecek.

Bugün 16 Mart, yine bir katliamlar günündeyiz.

Bugün tarihin 2 kanlı sayfası. İlki 1988’de Halepçe katliamında insanlığa karşı suç işlenmiş, soykırım işlenmiş ve diktatör Saddam tarafından Halepçe’de kadın, çocuk 5000’i aşkın insan yaşamını yitirmiş ve binlercesi de yaralanmıştı. Ayrıca bugün başka bir katliamın daha yıldönümü, Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesinde 7 devrimci öğrencinin faşistlerce katledilmesinin yıldönümü.

Türkiye siyasi tarihi böyle kanlı sabıkalı suikastlerle, cinayetlerle yazılmış bir tarih. Türkiye’nin sürekli kanayan bir tarihi var. Bugün yine 16 mart demokratik siyasetin ve de gazeteciliğin yargılandığı, suç olarak kabul edildiği bir gün.

Bugün Selahattin Demirtaş’ın Silivri’de ve yine HDP genel başkan yardımcılarından, insan hakları savunucusu Aysel Tuğluk’un Ankara’da duruşması var. Öte yandan yine Silivri’de Cumhuriyet gazetesi icra kurulu başkanı avukat Akın Atalay arkadaşımızın duruşması var.

Türkiye’nin kendi tarihi ile yüzleşmemiş olması bu hukuksuzluklara yeni halkalar ekliyor, günümüze taşıyor. Oysa Türkiye’nin demokratikleşmesinin, özgürleşmesinin ilk adımı bu kanlı, sabıkalı tarihle yüzleşmesidir. Yoksa bu çıkmaz sokakta debelenip duracağız.

Bir hafta sonra yine Newroz ateşi yanacak. Bugüne değin söndürülemedi bu ateş, bundan sonra da söndürülemeyecek. Çünkü Newroz ateşi bir halkın özgürlüğünün, direnişinin, varlığının ateşidir, o nedenle söndürülmesi de olası değildir.

Newroz ateşi, tüm yasaklara karşın, dağlarda, tarlalarda, Amed’de, tüm Kürdistan’da halkların mücadelesinin önünü aydınlattı ve aydınlatmaya da devam edecek. O nedenle öncelikle Newroz pîroz be!

Sevgili Akın Abi, sen ziraat mühendisisin ve çok uzun yıllar Köy-Koop’un da başkanlığını yaptın, oradan insan hakları mücadelesine geçişin nasıl oldu?

Ben tarım mühendisiyim, meslek örgütlerinde görev aldım. Ziraat mühendisleri birliği ve ziraat mühendisleri odasında yer aldım. Daha sonra 7 yıl çalıştığım kamu görevinden istifa ederek, Köy-Koop’ta çalışmaya başladım.

Sonra 80 darbesi oldu ve biz Köy-Koop yöneticilerinden 8 arkadaş Mamak askeri cezaevine tıkıldık. Yaklaşık 1 yıl cezaevinde yattıktan sonra beraat ettik. Ve sonra bir bakkallık sürecim var. 4 arkadaş, 20 m2.lik Dost Çiftliği adında bir bakkal açtık. Oradan başladı birçok şey.

Açılışa Aziz Nesin’den Sadun Aren’e, o günün birçok aydın, siyasetçi ve yazarı geldiler. Aziz Nesin ve arkadaşlarının, 1983 yılında, 12 Eylül darbesine karşı bir direnişi oldu. Aydınlar dilekçesi ve arkasından diğerleri geldi.

12 Eylül işkencehaneye dönüşmüştü. 650 bin kişi işkenceden geçti. Tutuklu ve hükümlülerin yakınları, anneleri, babaları, eşlerinin arayışı ile bizlerin, aydınların ne yapmak gerekir arayışı kesişti ve orada İnsan Hakları Derneği ortaya çıktı. 17 Temmuz 1986’da derneğimizi 98 kişi ile kurduk.

1992’den sonra da 3 dönem İHD başkanlığı yaptınız. Çok zor bir dönemde İHD başkanlığı yaptınız. Yakılan, boşaltılan köyler, JİTEM’li yıllar. O dönem sık sık Bölgeye de geliyordunuz. Birçok insan hakkı ihlaline tanıklık ettiniz. Hiç unutamam dediğiniz tanıklıklar nelerdir?

Güçlükonak katliamı unutamadığım tanıklıklardan biridir. 15 Ocak 1996’da 11 köylü katledildi. Köylülerin içinde olduğu minibüs kurşunlandı ve sonra yakıldı. Bunun PKK tarafından yapıldığı söylendi. Bizim insan hakları mücadelemizin önemli yanı gerçeklere tanıklık yapmak. Ve o tanıklığı duyurmak, aydınlatmak.

Güçlükonağı da görmemezlikten, duymazlıktan gelmedik, susmadık ve empati yaptık. Kendimizi Kürtlerin yerine koyduk ve biz burada yaşıyor olsaydık ve Kürt olsaydık, ne yapmamız gerekirdinin karşılığını yaptık. İnsanlık onuru onu gerektiriyordu.

12 Şubat’ta Güçlükonağa gittik. 1 hafta önce de eşim birtakım ağrı ve sızılarının olduğunu söylemişti, tetkiklerden bir şey çıkmamıştı. Sonra sevgili dostumuz doktor Selim Ölçer’i aradım. 14 Şubat’a randevu verdi. Ama biz İHD olarak aydınlara, gazetecilere o tarihte Güçlükonak’ta olma çağrısı yapmıştık. O nedenle ben eşimle doktora gidemedim. Güçlükonak’a gittik, incelememizi yaptık.

Devletin ileri sürdüğü gibi bu köylülerin PKK tarafından değil, oradaki JİTEM, karanlık güçler, devlet tarafından öldürüldüğünü anladık. Ama aklım bir yandan da eşimde. Güçlükonak’tan Siirt’e geçince eşimin sonuçları için Selim’i aradım, “hemen gelmelisin” dedi.

Meğer eşimin 2 ay ömrü kalmış. Nitekim eşimi 2 ay sonra yitirdik. O tanıklık mücadele sürecinde, insan hakları savunucuları kendilerine, kendi sorunlarına, acılarına zaman ayıramıyor. Nisan 1996’da eşimi yitirdim ve Ağustos ayında PKK’nin elindeki 8 askerin alınması için dağlara gittik. Eşimin ölümünün üzerinden sadece 4 ay geçmişti. İlk gidişte alamadık askerleri ama ikincisinde, bir insan hakları gününde o 8 askeri alıp geldik.

Bugün de PKK’nin elinde esirler var. 1996’da gidip alınabiliyormuş bu askerler, ama bugün alınamıyor, neden?

Ne yazık ki! Geçenlerde İHD Diyarbakır şube başkanı Raci Bilici ile güzel bir röportaj yapmıştınız. Raci Bey o röportajda haklı olarak “muhatap bulamıyoruz” diye yakınıyordu. Evet, bugün muhatap bulamıyoruz. Asker aileleri kaç kere Ankara’ya da gittiler, ama kimse ilgilenmiyor. Devlet katında bir muhatapları yok.

O dönemlerde asker, sivil, mülki amirler falan bir muhatabı vardı bu işlerin. İsteklerimiz belki yerine getirilmiyordu karşılanmıyordu ama dinliyorlardı, bir muhatabı vardı. Bölgede arkadaşlarımız, şube başkanlarımız katlediliyordu, İçişleri Bakanından randevu alıp gidiyorduk.

Bakanlar söz veriyordu faillerin bulunacağına. Failler bulunmuyor, söz yerine getirilmiyor ama gidip derdimizi anlatabiliyorduk. 1992 Newrozunun, Cizre’deki katliamın olduğu Newrozun da tanıklığını yaşadık. Arkadaşlarımızla gelmiştik, Cizre Kadoğlu otelde konaklıyorduk.

Başbakan Süleyman Demirel Newrozdan bir gece önce televizyonlarda, “herkes barışçıl olarak, yerel giysileriyle, şarkılarıyla Nevruz bayramını kutlayacak” dedi. Ertesi gün sabahleyin kadınlar, çocuklar, yoksul insanlar en iyi, en temiz pazenleriyle, elbiseleriyle, lastik ayakkabılarıyla, entarileriyle gelmişlerdi.

Ama 1 saat sonra tüm damlara mitralyöz denilen 360 derece dönen silahlarıyla, puşili insanlar konuşlandı. Ben 3 arkadaşımla gittim, Cumhuriyet savcısı, emniyet müdürü ve kaymakam olduğu söylenen 3 kişiyle konuştum.

21 mart günüydü ve bir gün önce başbakanın böyle bir açıklaması olduğunu ve şuanda da barışçıl bir Newroz kutlamak için insanların geldiğini ve bu damlardaki konuşlanmanın, silahlı insanların ne demek olduğunu sordum. Kaymakam “Ankara’dan gelen emir” dedi.

Ve biz o görüşmenin sonucunda otele dönerken ateş başladı. Öğleden sonra bir ara ateş kesildi, ölü ve yaralıları tespit etmek için hastaneye gittik ve hastane çıkışında biz de tarandık. Yere kapanmasak delik deşik olacaktık. Akşamüstü otelde odalarımız kurşunlandı.

O zaman gazeteci meslektaşımız Mustafa Ekmekçi genel başkan yardımcımızdı. Onu aradım, ahize elimde, silah seslerini dinlettim. Bizi öldüreceklerdi. Ekmekçi ile konuşurken Kadoğlu otelin telefonunu kestiler, ben yerde sürünerek diğer otele geçtim.

Ekmekçi ile tekrar görüştüm, İsmet Sezgin ile görüştüğünü, sabahleyin güvenliğimizin sağlanacağını ve Cizre’den çıkabileceğimizi söylediler. Ertesi gün biz çarşafları yırtarak, antenlerle çarşafları beyaz bayrak şeklinde tutarak çıktık otelden. Arabalara bindik. Nusaybin’de çevrildik, orda da saldırıya uğradık. Sonra İçişleri bakanının bilgisi dahilinde seyrettiğimizi söyleyince, oradan sivil biri sert bir şekilde “bırakın geçsinler” dedi.

Katliamlar açısından bu devlette bir süreklilik var. Şimdi sen 92 Cizre’sini anlatırken, ben 2015-2016 Cizre’sini düşünüyorum. 92’de kurşunlanan Cizrelilerden, 2015-2016’da bodrumda öldürülen Cizrelilere… Bir süreklilik var devlette. Buna bakınca insanın hem canı yanıyor, acı çekiyor, hem de öfkeleniyor. Biz nasıl bir devletle karşı karşıyayız?

Bu devlet, Osmanlıdan gelen İttihat ve Terakki geleneğinden gelen bir devlet. Jeo-stratejik pozisyonundan güç almış, halkı için, ülkesinin gelişmesi için, ilerlemesi için, halkının mutluluğu, özgürlüğü için, barış için kafa yormamış bir devlet.

Nasıl olsa o jeo-stratejik pozisyonundan yararlanarak bu gemi yürür demişler. Zaman zaman tabi buna karşı, böyle gitmeyeceğini söyleyenler, itiraz edenler olmuş. Onlara karşı da çok acımasız davranmışlar.

Sonra İttihat ve Terakki’nin 1912 Selanik kongresindeki tekçi kararı, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dil, aynen cumhuriyet rejimine devredilmiş ve bugüne kadar da gelen bu.

Yani bir demokrasi yoksunluğu var. Bir aydın yoksunluğu var. 1980 öncesi her şey farklıydı. Faşist darbeler olmasına rağmen, bunların karşısında bir işçi sınıfı ve onun örgütlü gücü vardı. Sivil toplum örgütlerinin ortaklaştığı bir mücadele platformu vardı.

Örneğin biz Ankara’da 37 demokratik kitle örgütü anti faşist, anti emperyalist, anti şovenist bir mücadele için bir araya gelmiştik. Bunun iktidarlar açısından caydırıcı bir yanı vardı. 24 Ocak kararlarını “ben yaptım oldu” diyemiyordu, “acaba DİSK ve müttefikleri ne der?” diye şapkayı koyup düşünüyorlardı.

Şimdi olup ama bitmeyenler var. Türkiye’de ortak yerleşik bir mücadele kültürü oluşturamadık. Sağlam bir demokrasi kültürü oluşturamadık, dayanışma ve direnme kültürü oluşturamadık. O günlerle bugün arasındaki bir fark da, soğuk savaş döneminde Sovyetlerin varlığı dünyanın dengeleri açısından çok önemliydi.

Şimdi taşlar yerinden oynadı ve halkların dostu olan, adaletin koruyucu, savunucusu olan devlet kalmadı. Bakın bugün Avrupa’da bir halk mahkemesi var. Dün başladı, bugün de devam ediyor. Şimdi tamam Türkiye yargılanıyor. Bugün yapılanlar, edilenler hep tarihe not düşülüyor.

Ama Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi uluslararası toplulukların da yargılanması gerekiyor. Avrupa Parlamentosu “Afrin’den çekilin” çağrısı yaptı. Bunun Türkiye’de hiçbir karşılığı olmadı, verdiler yanıtını. Neden?

Çünkü bu çağrıyı yaparken 2 gün önce de Avrupa Birliği Türkiye’ye 3 milyar Euro’yu serbest bıraktı, onayladı. Öte yandan silah satışları devam ediyor. Sonra da “Afrin’den çekil” diyor. Afrin’deki silahlar kimin silahları? O nedenle dünyanın bu ikiyüzlülüğüne son verilmedikçe bir barış olmaz.

Bugün ve 90’ları sivil toplum açısından kıyasladığımızda, bugün sivil toplumun genel olarak çok içine kapandığını söyleyebiliriz. Hele ülkenin batısında sivil toplum neredeyse bitmiş, işlevsizleştirilmiş durumda. Elbette bugün baskı çok fazla. Ama 90’larda da baskı vardı. 90’larda sivil toplum nasıl mücadele etti?

Bir mücadeleyi yürütebilmek için inanmak lazım. İnanmadan olmuyor. Bizde de Kürt sorunun çözümünün olmazsa olmazlığının hala farkında olmayan sivil toplum var. Oysa kendi varlıkları Kürt sorununun çözümüne bağlı. Çünkü Kürt sorunu bir demokrasi sorunudur, bir barış sorunu, eşit ve özgür bir arada yaşamanın güvencesidir.

İHD olarak biz 1990 yılında insan haklarının evrensel yaklaşımlarına bağlı kalarak önceliklerimizi belirledik. Kürt sorununun çözümünü de başat sorun olarak aldık. 1990 yılında Vedat Aydın anadilinde konuştuğu zaman İnsan Hakları Derneği yarıldı. Çok önemli bir ayrışma yaşadık. Çok önemli bir kopuş oldu dernekten.

Eğer o gün Vedat Aydın’a, Vedat Aydın diline, kimliğine sahip çıkmış olsaydık, bugün çok şey değişmiş olurdu. Sosyalist, komünist olmaktan ötürü daha önce mağdur olmuş olanların Kürt sorunundaki sessizliği ya da karşı duruşu bizi bugünlere getirdi.

Biz hep bu devletle yüzleşilmeli diyoruz ya, biraz da Türkiye muhalefetinin kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor, nerede, hangi yanlışları yaptık ve neden bugünlere geldik diye.

Türkiye’deki aydınların birçoğunda Kemalist damar var, bu konuda ne düşünüyorsun?

Elbette. İnsan hakları derneğinin, TMOOB, Tüs-Der, Halkevleri, Köy-Koop un da içinde olduğu, 15 örgütün bir demokrasi platformu vardı. Her başkanlar buluşmamızda, ben barış konusunun gündeme alınmasını, çünkü emekçilerin, işçilerin işinin, ekmeğinin geleceğinin Kürt sorununun çözümünde olduğunu, barışta olduğunu anlattığım zaman arkadaşlar bunu görmemezlikten geliyordu.

Gündeme konulmuyor, gündeme alınsa da geçiştiriliyordu. O günlerde bu sorun gündeme alınmış olsaydı, sorunun çözümünde ortaklaşsaydık, ortak bir irade ortaya koysaydık, bugünler farklı olacaktı.

Diyarbakır’da genel olarak umutsuzluk hakim. Son 2 aydır Afrin’de yaşananlar bu umutsuzluğu daha da besliyor. Kürtler ölüyor. Buradan da epey genç var Afrin’de. Artık ailelere baskı çok olduğu için bunlar da duyulmuyor. Öte yandan Kürt siyasal hareketi HDP’nin 6000’den fazla üyesi tutuklu, birçok vekilin vekillikleri düşürüldü, cezaevinde olanlar var. Bu karanlık günler nasıl aşılabilir?

“Gelsinler, dağdan insinler demokratik siyaset yapsınlar” deniyordu. Bugün demokratik siyasetin ne tür bedellerle yapıldığı ortada. Bence toplumsal muhalefet, en başta ana muhalefet demokrasi, barış, adalet paydasında ortaklaşmalı. Bugün yapılmayacak da, bugün direnilmeyecek de, bugün itiraz edilmeyecek de ne zaman itiraz edilecek?

Yarın yine bir oldu bittiye getirilecek ve sandıktan iktidar çıktı diyecekler. En son referandumda yaşadığımız hileler ortada. Şimdi benzeri şeylere yasallık kazandırıyorlar. Her türlü hile- i şer yapılacak ve buradan da demokrasi çıktı diyecekler.

Ateşi kendi elimizle taşıyoruz bir yerlere. Bunu hep birlikte söndürmenin yolu ideolojik ve politik nüansları erteleyerek- ki bu konuda ana muhalefetin sorumluluğu büyüktür- tüm demokrasi güçleri olarak ortaklaşmalıyız.

İtirazımız için de yeni yöntemler bulmalıyız, yeni söz bulmalıyız. Sivil itaatsizliği çok önemsiyorum, demokratik, barışçıl, kitlesel sivil itaatsizlik. Yine vicdani ret çok önemli. Savaş karşıtlığı çok önemli.
Özellikle Ortadoğu’yu iyi bilen uzmanlar Türkiye’nin bu aşamaları geçtiğini, artık geri dönülmez bir noktada olduğunu dillendiriyor.

Gelecek 15-20 yılda Türkiye’yi İran-Afganistan arasında bir yerde tanımlayan uzmanlar var. Gerçekten bu aşamaları geçtik mi, Türkiye için artık yapılacak bir şey kalmadı mı?

Türkiye gerçekten çok hızlı ve tehlikeli bir çizgi değişikliği yaptı. Bugün Batı da kendi kazanımlarından, demokratik değerlerinden biraz uzaklaştı. Ama Batı’nın belgeleri var, bir süre sonra tekrar dönecek kendisine.

Mülteciler meselesi, küresel ekonomi kriz ve benzeri yeniden yapılanma onlara biraz pusulalarını şaşırttı. Ama Türkiye için böyle bir şans şu anda görünmüyor. Tam tersi Türkiye hızla Batı’nın değerlerinden uzaklaşıyor ve pusulasını başka yere çeviriyor. Ortadoğu’ya çevirdi ve Ortadoğu’nun liderliğine oynamaya kalkıştı.

Ama onu da beceremedi. Ortadoğu’da bugün ciddi bir egemenlik savaşı sürüyor. Katar bugün liderliğe oynuyor. Türkiye bence geriye dönüşü çok zor labirentlere giriyor. O nedenle buna karşı da ortak güçlü bir irade ortaya koymak gerekiyor. Türkiye, evet, biraz çıkmaz sokakta.

Peki, hala bu ülke için şans var mı?

Kuşkusuz şans ve umut hep var. 2 gün önce yitirdiğimiz yüzyılımızın en büyük bilim insanlarından Stephen Hawking, “hayat varsa umut da vardır ve var olacaktır” diyor. Elbette hayat devam ediyorsa o şans ve umut da vardır ve olmalıdır.

Akın Abi, izninle bir iki tane de özel soru sormak istiyorum. 1998’de suikasta uğradın, hayatta kalman bir mucize. Bu suikastla ilgili dinlediğim röportajlarında bile dudağında hafif bir tebessüm var. Bunca kötü şeye tanıklık edip, hala tatlı bir gülümseme ile hayata bakabiliyorsunuz. Doğrusu bu bana iyi geliyor, bana her zaman iyi hissettirenlerdensiniz. Bu gücü, enerjiyi, hayat sevgisini nerden alıyorsunuz? Akın Birdal olmak nasıl bir şey?

Eksik olmayın. Öfke ve kini yenmiş olmaktan, barışa, dostluğa, insanlığa olan umudumuzdan kaynaklanıyor. İnsan hakları savunucuları böyledir, barışçıldır. Düşmanlığa karşı sevgi ve barış için, güzel değerlerin geliştirilmesi için çalışırlar.

Ben tarımcıyım, suladıkça, baktıkça büyüyor bunlar. Bir de gerçekten doğru sorgulayınca, bunların sistemden kaynaklandığını anlıyorsunuz. O zaman tetikçilere falan öfkelenmiyorsunuz.

Bana olan suikastın arkasındaki örgüt açığa çıkmıştı aslında, Türk gladyosu, MİT, muvazzaf askerler, çek-senet mafyası ve tetikçiler. DGM Başkanı olarak Mehmet Orhan Karadeniz bu davaya bakıyordu. Bu insanlar sadece öldürmeye azmettirmekten ve yaralamaktan mahkûm oldular.

13 kişi, 9 ila 19 yıl arasında hüküm giydiler. 2,5 yıl sonra şartlı salıverildiler ve aramızdalar. Bu insanların kendi aralarında da bir savaş var, bir iktidar mücadelesi yürüyor. Bir paradoks, yanılsama var. 28 Şubat inanç, din özgürlüğüne, vicdan özgürlüğüne yönelikmiş gibi gösteriliyor.

Hayır, 28 Şubat, bütün muhalefete ve sol ve Kürt muhalefete karşıydı. Andıçın altında Çevik Bir’in imzası var ve şu anda savunmalarını yapıyor. Önümüzdeki günlerde karar çıkacak ama hiçbir şey beklenemez çıkacak karardan. Şimdi 103 kişi yargılanıyor, ama hepsi serbest bırakılacak çünkü uzlaşıldı.

O dönem bizler,birçok insan ve kurum itibarsızlaştırılmaya çalışıldık, isimlerimiz verilerek hedef gösterildik. O gün hedef gösterilen insanların bir kısmı öldü, bir kısmı Altan kardeşler, Ilıcak gibi bugün cezaevindeler.

Oysa andıçı ilk açıklayan Nazlı Ilıcak’tır. Bugün medyanın halinden yakınıyoruz. Medya bugünlere o günlerden geldi. O dönemin Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi gibi adamlar üstüne üstlük ana muhalefet tarafından ödüllendirildiler.

O günkü genel yayın yönetmenleri, köşe yazarları hala yerlerinde duruyorlar. Onlarla yüzleşilmedi, hesaplaşılmadı. Bugünkü bu medya onların türevleri.

Şu an bir kitap yazdığını biliyorum. Kısaca kitaptan da bahseder misin?

Sabahattin Ali’nin tüm külliyetini okudum. Senin aracılığınla bunu bir çağrı olarak yapıyorum, bence Sabahattin Ali’nin katledilişinin 70. yılı vesilesiyle siyasi suikastlar ile yüzleşme ve Sabahattin Ali yılı olabilir bu yıl.

Toplumun vicdanı olan aydınlar, yazarlar sadece bir ölüm ya da doğum günlerinde anılarak yaşatılmazlar. Bir yıla yayarak, onları, eserlerini ve hayallerini genç kuşakla tanıştırmak, kucaklaştırmak gerekiyor.

Tanıklıklar çok önemli. Yolda gelirken senin O GÜN isimli kitabını okuyordum, ne kadar önemli bir tanıklık, tarihe not düşme diye düşündüm. Bu tanıklıklar bir gün yüzleşmeye yol açmalı.

Ben de uzun süredir yapmak istediğim ama yapamadığım bir şeye sonunda başladım. Anı-roman tarzında yaşadıklarımı geleceğe bırakmak, paylaşmak istiyorum. Bu yılın sonuna kadar okuyucularımla buluşmuş olacak.

Dedem 1915’te Çar’ın zulmünden çoluk çocuğunu bırakıp arkadaşlarıyla kaçmış, Niğde’ye gelip yerleşmiş. Sonra dönerim ya da çocuklarımı getirtirim diye düşünmüş. Ama ne geri dönebilmiş, ne de ailesini getirtebilmiş.

Yıllar sonra dedemin adına, Kırımlı Habibullah adına bir sarı zarf gelmiş. Postacı bu sarı zarfın sahibini arayıp durmuş. Şimdi ben dedeme gelen bu sarı zarfın peşindeyim.