Fırat’ın Doğusunda Çocuk Olmak
*As published in Birikim magazine, number 254, 2010
1 Şubat tarihinde gazetelerin çoğunda ufak bir haber olarak geçti Bingöl’de kitap almaya giderken ölen Asliye ve Zeynep’in hikayesi. Zeynep ve Asliye 1 TL. lik dolmuş paraları olmadığı için yürüyerek Çapakçur Deresinden geçerken boğulmuşlardı. Bu tablo Doğu Anadolu için bir istisna değil. Ağrı’da okula gitmek için -10 derecede pantolonlarını sıvayıp nehri geçen çocuklar daha birkaç ay önce gazetelerdeydi. Doğu’nun birçok ilinde 6-7 yaşındaki çocuklar okumak için ailelerinden ayrılıp ya YİBO’lara[1] gitmek zorundalar, ya da nehirleri aşmak …
Fırat’ın doğusunda kırsal alanlarda yaşam koşulları çok zor, en temel hizmetlere ulaşmak dahi sıkıntılı. Bunların başında da eğitim geliyor. Köy ve yerleşimlerin bir kısmında okul hiç yok, okul olan köylerde de derslik sayısı yetersiz. Doğu ve Güneydoğu kırsalındaki okulların çoğu tek ya da iki derslikli. Yani ilkokul birinci sınıfa giden çocuk ile beşinci sınıfa giden çocuk aynı sınıf içerisinde ders almaktalar. Öğretmen bir ders saati içerisinde 1,2,3,4,5. sınıf öğrencilerine vakit ayırmak durumunda. Mevcut okulların fiziki durumları oldukça kötü. Bu köylerin çoğunluğu 6 ay kar altında olmasına rağmen, okullarda yeterli ısınma sistemi yok. Çocuklar temel eğitim araç-gereçlerinden yoksunlar. Geçen yaz Tatvan ve Eğil’in köylerinde yaptığımız çocuk resim atölyeleri sırasında çocukların boya kalemlerini hayatlarında ilk defa gördüklerini dehşetle fark etmiştim.
Doğu’nun kırsalındaki bu çocukların çoğunluğu YİBO’lara gitmek zorunda bırakılmaktalar. Bitlis ve Muş’ta 6-7 yaşındaki çocukların bile YİBO’lara gitmek zorunda olduğuna defalarca şahit oldum. Bunun diğer Doğu illerinde de çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Son Siirt Pervari olayı ile tekrar gündeme gelen YİBO’ların çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı illerde olması tabi ki tesadüf değil. İlk 1939 yılında kurulan YİBO’lar, 1962 sonrası Doğu ve Güneydoğu’da yaygınlaşıyorlar. YİBO’lardan mezun bir yakınım YİBO’da öğretmenin ilk sözünün “bugüne kadar bildiklerinizi unutun, bundan sonra Türkçe konuşacaksınız” dediğini anlatıyordu. Diyarbakırlı yazar Şeyhmus Diken bugün kendisi ile yaptığım sohbet esnasında “YİBO’lar Kürt çocuklar için ıstıraptır. Adeta bir dişlinin çarkları gibi çocukları öğüten, yeniden şekillendirip yeni bir kimlik (Türk kimliği) kazandıran bir örgütlenmedir. Eğitim YİBO’ların görünen yüzüdür” diyordu. 1925 tarihli Şark Islahat Planı[2]ve bugüne kadar yayınlanan çeşitli MGK raporları da bunu kanıtlar nitelikte.
Doğu’da bir kavram vardır: “YİBO çocuğu” derler. YİBO çocuğu yoksul çocuk demektir, köylü çocuğu demektir, anasından uzak demektir, askeri disiplin içinde demektir, asimilasyon sürecine girmiş demektir, ezik, boynu bükük demektir, “bitli” demektir…”. Bu çocukların çoğu o kadar yoksuldur ki değil hafta sonu, bayram ve tatillerde dahi evlerine gidecek paraları yoktur. Devlet bu çocuklara aylık 6 TL. civarında bir harçlık veriyor. Bir yatakhanede 90-100 çocuğun kaldığı YİBO’lar halen mevcut. Çoğunluğunda su yok, haftada bir çocuklar ancak duş alabiliyorlar, açlık ve sefalet o kadar yaygın ki…. Hele Ağrı’nın, Doğubeyazıt’ın, Ardahan’ın, Hakkari’nin, Siirt’in uzun ve soğuk kışlarını YİBO’da geçirmek gerçekten zordur, nedense “devlet baba” her yere kömür dağıtırken bir tek YİBO’larını unutur! Bu okullara rehber öğretmen atanmaz bir türlü, atanan da koşullara fazla dayanamaz çoğunlukla. Geçen yıl bir YİBO’ya kız öğrencilerin özel sorunları ile ilgili bir kadın rehber öğretmen atanması için 1 yıla yakın uğraş verdik. Yine, geçen yıl, Doğu’nun başka bir ilçesinde 6-7 yaşında YİBO’ya giden çocukların araçla evlerine sadece 15 dakika uzaklıkta YİBO’da geceleri kalmamaları ve en azından belli bir yaşa kadar aileleri ile yaşamalarını sağlayacak taşımalı sistem talebi ile ilgili olarak görüştüğüm Kaymakam, beni “ailelerinin evi daha mı rahatmış“ diye azarlamıştı. Tüm ısrarlarıma rağmen o havzada yaşayan 300 çocuğu etkileyecek bir taşımalı sistemi başlatamadık. 1990’ların başında güvenlik nedeniyle boşaltılan bu havzaya aileler yeni dönmeye başladı. Ancak, aileler o kadar yoksul ki çocuklarını sabah ve akşam okula getirip götürecek bir servis aracı tutacak güçleri yok. Maalesef Doğu’da kırsal yaşam koşulları tamamen kaymakamların keyfi uygulamalarına bırakılmış durumda.
Fırat’ın doğusunda kentlerde de çocuk yoksulluğu had safhada. Tüm Bölge genelinde sokakta çalışan, madde bağımlısı ve suça karışan çocuklarda ciddi oranda artış var. Ocak ayında Diyarbakır’da katıldığım ÇAÇA’nın (Çocuklarla Aynı Çatının Altında Derneği) toplantısı Doğu ve Güneydoğu kentlerinde çocuk olmanın zorluklarına dikkat çekiyordu. Yüksekova’da 1000’e yakın, Van’da ise 1500 civarında çocuğun uyuşturucu kullandığı; Batman’da çocuklarda kronik hastalıklar ve engelliliğin çok yaygın olduğu; Diyarbakır’da ise çocuklarda yaygın bir şiddet eğilimi gözlendiğine farklı illerden gelen katılımcılar vurgu yapıyordu. Bir de tabi tüm Bölge‘de mevcut olan “taş atan” çocukların durumunu unutmamak lazım. Bölgenin çocuklarının içinde o kadar çok birikmiş öfke ve travma var ki, içlerindeki kin ve öfkeyi kusacak yer arıyorlar. Arabaları çiziyorlar, kaldırım taşlarını söküyorlar, çiçekleri koparıyorlar, taş atıyorlar, daha iyi yaşayan herkese ve her şeye öfke duyuyorlar. Umut Işığı Kadın Kooperatifi’nden bir arkadaşım bu çocuklardan biriyle yaptığı görüşmeden, çocuğun şu sözünü aktarıyor ÇAÇA’nın toplantısında: “Bizim için ceketli ve kravatlı herkes karşı taraftır”.
Bu yazıyı yazarken 25 yıl önceyi düşündüm, Diyarbakır’ı , kendi çocukluğumu, “Kürt çocuk” olmanın o zaman ne anlam ifade ettiğini, anneme ilk “biz Kürt müyüz?” diye sorduğum yaşı… Babamın büyük bir mutlulukla ve uğraşla bize bayramlarda aldığı lastik ayakkabıları, benim giymek istemeyişimi; lastik, renkli bu ayakkabıları Kürtlükle nasıl özdeşleştirdiğimi… Güzel Türkçe konuşmak için ne kadar çok çaba sarf ettiğimi, okulda her gün öğretildiği gibi “ne mutlu Türküm diyene” deki gibi Türk ve mutlu olup gururla gezmek isteyişimi… Tüm toplumun Türklüğü yücelttiği bir zamanda ve yerde “Kürt” olduğunu bilmenin bir çocuk için ne kadar ezik olduğunu… 25 yıl sonra bugün, Kürt çocukları artık bizim gibi boynu bükük gezmiyorlar. Onlar öldürülen babalarının, amcalarının, teyzelerinin, analarının anıları, yakılan ve boşaltılan köylerinin hikayeleri ile büyüdüler. Bizler yaşadık, onlar hikayelerimizi devraldılar, geçmişin yükünü üstlendiler. Bugünün Kürt çocukları “Kürtlüklerine” ve dillerine sahip çıkıyorlar. Ve kendilerinden, annelerinden, ablalarından esirgenen şeyler için kızgınlar, öfkeliler, kaybettiklerini, köylerini, evlerini, ağabeylerini, babalarını geri istiyorlar. Kendilerine, analarına, babalarına yapılan şiddeti sorguluyorlar, ya da aynı şiddeti gösterebiliyorlar. Hiç sahip olamadıkları “çocukluk haklarını” istiyorlar. 12 Eylül’ü biliyorlar, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nin hikayesi dillerinde destan, onlar “kimyasal silah nedir?” biliyorlar, bunun için sokaklara dökülebiliyorlar, mahalle aralarında “gerillacılık” oynuyorlar, neden Mersin’de, Adana’da olduklarını, neden İzmir’in çöpünü topladıklarını, İstanbul’daki suç örgütlerine satıldıklarının farkındalar. Neden yoksulluk içindeler bunun farkındalar. Ailelerinin geçimi için sokakta çalışıyorlar, 1 TL. için etek kaldırıp memelerini okşatmak zorunda kalıyorlar. 25 yıl öncenin boynu bükük, ezik, Türkçe konuşmaya çalışan, ürkek Kürt çocuklarından çok farklılar. Onlar ister YİBO’da ister sokakta olsun, ister mendil satsın, ister cezaevinde olsun, ister Murat nehrini geçmeye çalışsın, ister 1 TL. için cinsel istismara maruz kalsın, ister 12 yaşında mahkeme salonlarında olsun, Kürt olmak ne demek biliyorlar ve bundan utanmıyorlar…..