Kategoriler
ahvalnews Yazılar

Diyarbakır’ı hissetmek

Geçenlerde bir tanıdık aradı. Diyarbakır’a gelmek istiyormuş ama amacı turistik gezi değilmiş, Sur’un sokaklarını gezip Diyarbakır’ı hissetmekmiş.

Bir şey diyemedim telefonda, “gel de gör hissetmeyi” dedim içimden.

Konu Diyarbakır ve hissetmek olunca, yazıya başlamak da zor oluyor elbet. Belki önce Fırat’ın doğusundan çizgiyi çekmek lazım, ondan sonra da bu ülkede olan biten her şeyin Fırat’ın doğusunda ve batısında farklı hissedildiği ile başlamak.

Yazım bir sesleniş, “siz”, “biz” halini alırsa şimdiden affola.

Buyurun, birlikte kentimin sokaklarında yürümeye başlayalım. Arama noktaları ve köşelerdeki polisler günlük rutinimiz. Bol bol Erdoğan resmi ve Türk bayrağı asılmış caddelerden devam edelim.

Henüz Sur’a gelmedik. Kentin Yenişehir denen bölgesindeyiz. Burada bile barikatlarla karşılaşacağız. Bazı ana caddelerin trafiğe tamamen kapalı olduğu dikkatinizi çekecektir elbet. Bu caddelerde ya Valilik gibi bir kurum vardır ya da emniyet binaları.

Sağlı sollu barikatların arasından geçerek başka büyük bir caddeye geçelim.  Aaaa bu cadde de barikatlarla doluymuş meğer. Adliye ve Büyükşehir Belediyesinin de bulunduğu bu ana caddeden Dağkapı’ya doğru yürüyelim.

Dağkapı’dan Sur’un keşmekeşine dalalım biz.

Ana caddenin sağında park etmiş zırhlı araçlar dikkatinizi çekse de Sur’un güzelliği karşısında önemsiz gelebilir bu ayrıntı size. Hayat o zırhlı araçlar ve kalaşnikofların arasında akmaktadır Sur’da.

Bir farkla: Siz “aaa Sur ne güzel” diye düşünerek mutluluk içerisinde yürürken , biz bu güzelliğin içerisinde her an “öldürülebilir” olduğumuz hissiyatıyla yürürüz. Eh yüzyıllık bir bilinç ne de olsa. Canımızın kıymetsiz olduğu bilgisi çocukluğumuzdan işlenmiştir zihnimize.

Gelin güzel bir kafeye girelim, unutalım bunları. Bir yandan falımıza bakarken Kürtçe müzik eşliğinde, arada akan sesleri duymamaya çalışalım. Müziği daha da açalım. Savaşın repertuarı girmesin araya. Ne o an kalkan F-16’nın sesi, ne de 100 metre ötemizdeki yasaklı alanda çalışan kepçenin, yıkımın sesi. 30 dakikalık huzur lütfen.

Sizle ben baharın tadını çıkaralım bugün. Belki son baharımızdır kardeş kardeş.

Siz kahve içtiğimiz güzelim bazalt taşlı Sur evinin damındaki güvercinlerin fotoğraflarını çekerken, ben gergin sizi bekleyeceğim. Damda güvercinlere yem verirken de ölebileceğinizi söylemeyeceğim.

Şşşşşş sessiz düşünüyorum bunları elbet, duymayın ve irkilmeyin. Bu şehirde ölümün bin bir şekli vardır. Güvercinlere yem verirken, ekmek almaya giderken, avluda otururken, Sur’da bir kahve içerken. Bu güzel günü bozmayacağım kararlıyım, devam edelim lütfen.

Dört Ayaklı Minare’nin altında fotoğraf çekilmemesi kati kuralımızdır, Tahir Abi yatar minarenin ayaklarında, burayı es geçiniz. Ama Dört Ayaklı Minarenin hemen yanındaki kafenin çayı güzeldir. Avluda içelim lütfen.

“Avluya 2 çay please”. Üst kata alerjim var, yıkım alanına bakar. Yıkım manzarası da çekmek isterseniz buyurun, buyurun. Yıkımın da turizmi var elbet. Ama boş verin çıkmayın, beni de bu güzel bahar gününde sorulara muhatap bırakmayın. Kim yıktı, ne oldu, ama hendek de hendek… Hendek kadar taş düşsün hepimizin kafasına diyeceğim ki o taş düştü, altında kaldık, ezildik, 6 yıldır doğrulamadık. Bırakın yaralarımızla bizi, yormayın bu bahar günü güzel kardeşinizi.

Bu kadar Sur yeterse çıkalım lütfen. Biliyorum güzelim Surların gölgesinde güneşin batışını da fotoğraflamak istiyorsunuz ama mümkünse akşama kalmayalım. Ölümün kolaylığı sosyal hayatımızı da belirler buralarda. Hava kararmadan çıkmak, eve ulaşmak gerekir.

Ev daha güvenli olduğundan değil ama işte eğer bu “son” bahar günümüz ise çocuklara da o “son”da birkaç kalıcı anı gerekir. Sizi Sur dışındaki “güvenli” otelinize bırakayım, ben de oradan eve  doğru yola koyulayım.

Güzeldir eve dönmek, evde seni bekleyen çocuklar varsa hele çok daha güzeldir.  Siz Sur’daki güzel günün keyfiyle otelinizde dinlenirken ben de çocuklarla yemek yiyeyim. Uyumadan önce yine yarın yokmuş gibi oğullarımı öpeyim.

Burada yaşıyorsan bilirsin, küs olmamak gerekir. Kimse ile yarın gönlünü alma planları yapmayacaksın, bir yarının olmayabilir. Her gece “son”muş gibi sarılacaksın çocuklara.  Derdin o “son”u iyi hatırlamalarıdır, çocuk zihninde bilirsin ki öncesi teferruattır.

Sen mışıl mışıl uyurken kardeşim, ben de uyumadan evi son bir kez kontrol edeyim. Kapımı aralık bırakayım, olur da gece birileri koçbaşı ile dalmak isterse eve, çocuklardan önce duymalıyım. Kilitleyeyim her yeri, yatağa gireyim. O an bir kez daha geçer F-16, artık bilirsin,  düşün de güzel olmayacaktır.

Eğer sabah yatağımızda uyanırsak kardeşim, bilirim ki şanslıyımdır. Ne mutlu bana, yaşanacak bir bahar günü daha vardır önümde.

Sen bir sonraki seyahatini planlarken otelinde, ben de yaşanacak yeni “son” bahar gününe hazırlanırım memleketimde.

Açarım kollarımı oğullarıma, Diyarbakırıma…