Geçtiğimiz ay sosyal medyaya düşen bir resim çoğumuzun canını yaktı. Muş’un Korkut ilçesine bağlı Çakırlı köyündeki ilköğretim okulunda görev yapan Selvan Erek isimli öğretmen, sırtında battaniyeden yapılmış bir çanta bulunan öğrencisinin fotoğrafını sosyal medyadan paylaşmıştı.
Bu paylaşımı yapan Selvan öğretmen yandaş medya tarafından yapılan “PKK’lı öğretmen” haberleri sonrası görevinden alındı. Yoksulluğun fotoğrafını çekmek Selvan öğretmeni bir anda “PKK’lı” yapmıştı.
Selvan öğretmenin çektiği fotoğraf bana uzun yıllar çalıştığım Tatvan’ın Kavar havzası köylerini hatırlattı. Bu köylerdeki okulların çoğu sobalıydı. Neredeyse dört ay karın yerden kalkmadığı, oldukça yüksekteki dağ köylerinde, dersten önce öğrenciler uzun uzun sobayı yakmakla uğraşırlardı.
Nedense soba da bir türlü yanmazdı. Bir başka sorunumuz o yıllar (2008-2013) taşımalı sistemle ilkokul çocuklarının bile yatılı okullara gitmesiydi.
Çalıştığım köyler 90’larda yakılmış ve boşaltılmış köyler oldukları için birçok başka eğitim sorunları daha vardı. 90’larda köyün yakılması ve boşaltılması ile birlikte kapanan ve 20 yıldır kullanılmadığı için harabeye dönüşen köy okullarını bir türlü tekrar açtıramıyorduk.
“Yeterli çocuk yok” diyordu Milli Eğitim. Çocuk sayısını tutturuyorduk, bu sefer başka bir şey yok diyorlardı. Bu köylerin hikâyesini ve o köylerde verdiğimiz eğitim mücadelesinin detaylarını O GÜN isimli kitabımdan okuyabilirsiniz. Bu köylerin derin, acılı o günleri hiç bitmiyordu.
O günden bugüne derenin altından çok sular aktı ama köylerde eğitim açısından pek bir ilerleme sağlandığı söylenemez. Parasız yatılı okulların bir kısmı kapatıldı, bazı yerlerde taşımalı eğitim sistemleri devreye girdi, bazı yerlerde çocuklar dini vakıfların insafına bırakıldı, kırsaldaki eğitim sorunları katlanarak devam etti. KHK’lerle birçok eğitimcinin işlerinden atılması da tüm bu sorunların üzerine tuz biber ekti.
Bugün bizim buralarda yoksul köylere gittiğinizde göreceğiniz manzara şudur: Varsa bir ilkokul, o da muhtemelen sobalı, tek sınıflıdır. Öğretmenler sık sık tayin istediği için, derslerin boş geçtiği zaman yoğundur. Okulların düzenli bakım onarımı yapılmamaktadır.
Ve bazı temel ihtiyaçlar için ailelerden ‘zoraki’ bağış alınması yüksek ihtimaldir. Hiçbir katkı sunamayacak kadar yoksulsanız bile, en azından sınıfın sobasını yakacak odunu yollamanız beklenir.
Öğrencilerden bu zoraki bağışları alan Milli Eğitim’in bütçesine bakalım. 2018 yılında MEB bütçesi 92 milyar lira imiş. 2019 yılı için öngörülen MEB bütçesi 113 milyar liraya yükseltilmiş.
Bu zoraki bağış okullarla sınırlı değil elbet. Bugün neredeyse her köye cami yapılmakta ve bu camiler için bile köylerdeki bu dar gelirli insanlardan bağış isteyen ve hatta bunu bir baskıya dönüştüren bir eğilim var karşımızda. Oysa Diyanet’in bütçesi beş bakanlığın bütçesinden daha fazla. 2018 yılı için Diyanet’e bütçeden ayrılan pay 7.7 milyar lira idi.
2019 yılında birçok temel bakanlığın bütçesinde kesintiye gidilirken Diyanet’in bütçesi yüzde 34 artırıldı. Diyanet’in 2019 bütçesi 10.5 milyar lira, evet yanlış duymadınız 10.5 milyar lira! Cami yapımı bile bağışlarla karşılandığına göre, insan bu 10.5 milyar lira nereye, ne amaçla harcanıyor diye düşünmeden edemiyor.
Eğitime geri dönecek olursak, 2018’de Türkiye’de ilköğretim çağında eğitim gören öğrenci sayısı 10 milyon civarında. MEB’in ya da Diyanet’in bütçeleri ile bu 10 milyon çocuğun her birine ücretsiz olarak çanta, kalem, okul gereçleri, forma gibi tüm ihtiyaçlar rahatlıkla dağıtılabilir.
Devlet öğrenciye sırt çantası da verebilir, cami de yapabilir. Ama yapmıyor, tam tersine zorla ‘katkı’ istiyor. Ve hem bütçeyi daha keyfi harcamak adına, hem de mahalle ağlarını pekiştirmek adına bu işleri yardım ve vakıf ilişkileri üzerinden yapmayı tercih ediyor.
Diyarbakır Sur’da konuştuğum yoksul bir kadın, devletten ‘destek’ alabilmek için mahalledeki dini vakıflara gidip gelmek gerektiğini ya da Sosyal Yardımlaşma Müdürlüğü’ne başvurmak gerektiğini, onun da birçok prosedürü olduğunu, ama önemli bir nokta olarak AKP’ye yakınlığın da önemli olduğunu belirtiyor. Kısaca hükümet bir anlamda yoksulları bu politikalarla kendisine bağımlı kılmaya çalışıyor.
Ayrıca, bu uygulamalar bir vatandaşlık hakkı olması gerekirken, ‘hayırseverlik’ mantığına dayandığı için hem onur kırıcı oluyor hem de devletin vatandaşına sağlamakla yükümlü olduğu sosyal güvencenin yokluğunu kalıcı hale getiriyor. Yoksulluğu kalıcı hale getiren bu mekanizmalar üzerine daha uzun bir tartışmayı başka bir yazıya bırakarak, yazıyı iki konuşma ile bitirmek isterim:
İlki geçen hafta kendisine 28 aylığına kiralanacak lüks makam aracı için, yapılan ihalede “en az 2017 model, 4×4, 2000 motorlu ve 190 beygir güce sahip, 0’dan 100 kilometre hıza 8.2 saniyede ulaşma, azami hızının 232 kilometreye çıkması, siyah renk, dört tarafta hava yastığı, start-stop özellikli, uydu telefonlu, deluxe çift bölgeli tam otomatik klimalı, dört kol tasarımlı çok fonksiyonlu deri direksiyon, elektromekanik park freni, ısıtmalı koltuklu…” gibi şartlar arayan, Siirt Üniversitesi Rektörü Murat Erman’ın araç ihalesinin medyada yer almasından sonra yaptığı açıklamaydı:
“Sanki Ferrari. Her rektörlükte olan bir otomobil bu.”
Diğeri Diyarbakır Karacadağ Bölgesi Övündüler Köyü’nden görüştüğüm bir çocuk, İslam’ın sözleri:
“10 yaşından beri çalışıyorum. Fındığa gittim, hayvancılıkla uğraştım, İzmir’e gittim çalıştım, hurdacılık yaptım İzmir’de. Buradan İzmir’e gidiyoruz orada belirli bir yer var, orada adam iş alıyor, arabalar var, dolaşıyoruz çöplerde, orada plastik, karton ve demir gibi şeyleri topluyoruz, satıyoruz. Tüm Karacadağ Bölgesi İstanbul, İzmir, Ankara’da bu işi yapıyor. Bu işten günlük yaklaşık 20-25 liradan fazla alıyoruz.
Çöpten topladığımız şeyleri adama satıyoruz zaten, orada baraka gibi bir yer var, orada kalıyoruz. 10-12 kişi kalıyoruz. Sabah 05.30–06.00’da çıkıyoruz akşam 23.00’e kadar. İki-üç sefer yapıyoruz, çöpü götürüp tekrar dönüyoruz. Polisler yakalayınca arabanı alıp götürüyorlar belediyeye ama onun parası da bizden gidiyor,100 milyon. (Bu 100 milyon, 100 milyon değil tabii. 100 TL.)”