Karanlık bir dönemdi. Şehrim bombardıman altındaydı. Gündüz Sur’a koştuğumuz, Sur’da yaşananları duyurmaya çalıştığımız, akşamları eve utançla döndüğümüz günler. Sadece Sur değil, Şırnak’tan, Cizre’ye, Silopi’ye, Nusaybin’e, Silvan’a… Çocukların öldüğü günler.
Duvarlarımıza ırkçı yazıların yazıldığı, geceleri “Ermeni piçi” anonslarıyla birlikte, “ölürüm Türkiyem” şarkılarının dinletildiği günler. Yüz binlerce insanın sırtlarında yatak, döşekleri evlerini terk etmeye zorlandığı günler.
Güvercinlerin, ineklerin bile kurşunlandığı günler. İnsanların “hayvanlarımızı niye vuruyorsunuz, onlar da Kürt mü” diye haykırdığı günler. Yerde cenazelerin olduğu günler.
Çocuklarımız bombardımanın sesini duymasın diye evde sürekli televizyon sesini arttırdığımız günler. Uyutmak için evlatlarımıza sıkı sıkı sarılıp, bombardıman sesinden kulaklarını kapadığımız günler.
“Tanrım, yağmur yağdır”, “evlatlarımıza bir damla su” diye yalvardığımız günler. Okulların “süresiz tatile” girdiği günler. Öğretmenlerin kentlerimizi terk etiği günler, öğrencilerin öğretmenlerini “yok” yazdığı günler. Yerde, kar üstünde cenazelerin bırakıldığı günler. Ölümün bile üşüdüğü günler… Bombaların sadece şehrimize değil, bir zamanlar inandığımız birlikte yaşama iradesine de düştüğü günler…
Öyle bir günde duymuştum Ayşe öğretmenin sesini. 8 Ocak akşamı, telefonla katıldığı canlı yayında “çocuklar ölmesin” diyordu Ayşe Öğretmen. “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Burada yaşananlar medyada çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Lütfen siz de duyarlı olun. Yazık! İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın… Ben öğretmenim öğrencileri terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler? O tertemiz yürekli çocukların yüzüne nasıl bakacaklar? Bomba seslerinden, kurşun seslerinde insanlar susuzlukla, açlıkla mücadele ediyor. Özellikle bebekler, çocuklar… Lütfen siz de duyarlı olun.” Bu kadar yalın, naif bir sözün Beyaz Show gibi apolitik bir programda, milyonların önünde söylenmesi, beni heyecanlandırmıştı. Belki olur ya, bir ihtimal, programı izleyenler 1 dakikalık da olsa kafalarını gömdükleri yerden kaldırıp “ülkenin doğusunda neler yaşanıyor?”, “orada çocuklar mı ölüyor?” diye sorabilirlerdi, belki…
Ertesi gün iktidar eliyle başlatılan linç, Beyazıt Öztürk’ün geri adım atarak, programında “çocuklar ölmesin dendiği için özür dilemesi” bu ihtimali ortadan kaldırdı. Sur, Cizre, Şırnak, Nusaybin, Silopi, Yüksekova, Silvan’da çocuklar ölürken, eğlence programları son gaz devam etti. Hala da ülkenin doğusunda neler olduğunu bilmiyorsunuz. Geçen hafta, bir konuşmam sırasında, Şırnak’ta 1,5 aydır yerde bırakılan bir cenazeden bahsederken, dinleyicilerden biri “olamaz” dedi. Oysa HDP Şırnak vekillerinin geçen aylar içinde bu konuyla ilgili meclise verdikleri soru önergelerine bakmaları yeterli. Hâlâ bilmiyorsunuz, hala görmüyorsunuz, şov son hız devam ediyor.
O günlerden bugünlere neredeyse 2 yıl geçti. Çocuklar öldüler.
İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesinin geçen ay açıkladığı rapora göre, 2 yıl içerisinde 2891 insan öldü. Ölen bu insanların çoğu 30 yaşının altında genç insanlardı. Hepsi bir ananın evladıydı, sevdikleri, sevenleri, biricik yaşamları vardı… O gün, hep birlikte, yüksek sesle çocuklar ölmesin diyebilseydik eğer, bugün bazı şeyler farklı olacaktı bu ülkede… “Çocuklar ölmesin” diyen vicdanlılar değil, “oluk oluk kan akıtacağız” diyen suçlular cezaevinde olacaktı muhtemelen. Kentlerimiz yıkılmamış, yüz binlerce insan cezaevine konmamış, yüz binlercesi işinden, ekmeğinden edilmemiş, en önemlisi de 2891 insan yaşıyor olacaktı. Ölüm değil, yaşam kazanacaktı.
Çocuklar öldüler. Ölmeye devam ediyorlar. Her geçen gün artan korkuyla teslim aldılar toplumu. Korku içindeki topluma baktıkça belli ki keyif alıyorlar. “Ah ne kolay ele geçirdik” diyorlar. Çocuklarımız onlar için bir rakamdan ibaret. Onlar çocuklarımıza “kefen giydirmekle” övünüyorlar.
Böyle devam mı edelim? Çocuklar ölmeye devam mı etsin? İstediğiniz ülke, istediğiniz yaşam bu mudur? Baskı altında, cezaevi ve işsizlik korkusu içinde bir yaşam, çocukların savaşta, güvencesiz işlerde patır patır öldüğü bir hayat, tecavüz, tacizin normalleştiği, eğitim sisteminin çöktüğü, insanların birbirinden nefret ettiği, mutsuz, geleceksiz bir ülke.
İnsanlar en önemli erdemler olan adaleti, eşitliği, özgürlüğü savunmaya korkar hale geldiler bu ülkede. Çocukların ölmemesini savunmaktan korkar hale geldiler. Ben de korkuyorum birçok şey için. Ama çocukların ölmesinden daha kötü ne olabilir… Bu korku duvarını yıkmadan aydınlık zor. “Çocuklar ölmesin” diyelim. Korkmayalım bunu söylediğimiz için. Bu bizi suçlu yapmaz, yapsa yapsa insan yapar. Düşünmek, konuşmak, itiraz etmek, ölüm karşısında yaşamı savunmak, bunlar bizim haklarımız. Düşünce ve ifade özgürlüğümüz. Bu haklarımızı, özgürlüklerimizi bizden almalarına izin vermeyelim. Hak bilincimizi yitirmeyelim. Çocuklarımız öldürülmeme hakkına sahipler, bizler de bunu talep etme hakkına sahibiz.
Tam yazıyı bitirirken bir haber okuyorum. Haberde “Nusaybin’de TOKİ konutlarının yapıldığı alanda molozlar arasında bir cenaze bulunduğu” yazıyor. Cenaze, evlerimizin altında, molozlar arasında… Kim bilir kimin evladı…
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 05.10.2017