Diyarbakır’da şehrin her tarafını “evet” pankartları ile kaplamışlar. Çeşit çeşit bu “evet”ler:
“Alnımız Ak, Başımız Dik, Dik Duruşlar İçin EVET.”
“Milli Birlik ve Kardeşlik İçin Evet.”
“Kararımız Net, Oyumuz Evet.”
“İstikbalimiz İçin Evet.”
Bunların yanı sıra şehrin birçok yerinde, üzerinde Süleyman Soylu’nun farklı resimlerinin olduğu bez dövizler var. Bu bez dövizlerde ise “İçişleri Bakanımız Sayın Süleyman Soylu sevgi kardeşlik ve hoşgörü şehri Diyarbakırımıza hoş geldiniz” yazıyor. Tek bir bulvar üzerinde (Şanlıurfa Bulvarı) bu pankarttan 11 adet sayıyorum. Demek ki İçişleri Bakanı insanlara duyurmadan, sessizce memleketime gelip gitmiş, onun için pankartlar aracılığıyla devlet teşekkür edermiş kendi bakanına. Sadece şehrin dört bir yanına bu pankartları astıran Kayyum Bey şu detayı atlamış. Diyarbakır bizim şehrimiz, seçilmişlerimiz yerine atanan Kayyum Beyin ya da bu pankartları yazdıran diğer devlet erkânının değil! O nedenle Diyarbakırlılar adına İçişleri Bakanı’na teşekkür etmesinler.
Üzerinde Erdoğan, Yıldırım ve Soylu’nun resimleri olan bez dövizler, “evet” pankartları arasında yürüyorum şehrimin kalbi Suriçi’ne. Suriçi’nde aylardır hummalı bir çalışma var. 1 Nisan tarihinde şehre gelecek olan Erdoğan ve Başbakan Yıldırım için şehir aylardır hazırlanıyor. Sur’un ana caddesi Gazi caddesinde dükkânların çoğunun dış cephesi “düzenlendi.” Ahşap gölgelik ve beyaz boyayla boyanan Gazi Caddesi yabancı bir yere dönüşüyor hızla. Bu “düzenleme” şimdi caddeden iç kısımlara doğru ilerliyor.
Ben de ana caddeden içlere doğru yol alıyorum. Yoğurt Pazarı’nın 100 metre ötesinde şehrin görünmek istenmeyen gerçeği başlıyor. Bariyerler ve arkasında yasaklı Sur Bölgesi. Bariyerlerin üzerine bir de Türk bayrağı asılmış. Yasaklı alanda yıkım ve inşa iç içe devam ediyor. Barikatın önünden yasaklı alana bakıyorum. Bir yandan binalar yıkılıyor, bir yandan da birkaç yeni yapı yapılıyor. Kurşunlu Cami’de de restorasyon var. Cumhurbaşkanı, 500 yıllık camiyi yeniden mi açacak acaba?
Daha önce de bu barikatların önünde gördüğüm adam yine orada. Yaklaşıyorum, yıkılan evlere baka baka konuşmaya başlıyoruz:
-Ne yapıyorsun burada?
-Evime bakıyorum.
-Evin nerede?
-Karşıda yıkılan alanda, bak şu bina.
-Şimdi nerede oturuyorsun?
-İskenderpaşa’da.
-Orada rahat mısınız?
-Hayır değiliz. Hasırlıda okul hemen yanımızdaydı. Şimdi bu mahallede çocukların okulu uzakta. Onları okula getirip götürmek zor oluyor. O yüzden bir çocuğu okuldan almak durumunda kaldım.
-Suriçi’nden misin, yoksa 90l’arda mı geldin?
-Ben burada doğup büyüdüm. Burada hepimiz bir aile gibiydik. Çocuklarımız rahat dışarıda oynuyorlardı. Herkes birbirini tanıyordu. Surun sokakları da evimiz gibiydi.
-Devletten yıkılan evin için bir destek aldın mı?
-Eşyalarımız için 5000 TL. verdi. Bunca yıllık tüm birikimimiz için 5000 TL.
-Oy kullanacak mısın?
-Henüz bilmiyorum, bizlere sandık bilgisi gelmedi.
-Evleri kamulaştırıyorlar, evini verecek misin?
-Vermeyeceğim, evimden mahallemden de vazgeçmeyeceğim.
-Yarın da gelecek misin?
-Her gün geleceğim.
Büyük Savaş
Cemilpaşa Konağı civarına geçiyorum. Ara sokakta bir kadın Erdoğan’a beddua ederek ilerliyor. “Ne oldu?” diye soruyorum. Kadının evi yıkılan Hasırlı mahallesinde imiş, oradan buraya taşınmış, ama şimdi de bu evi boşaltması için kağıt gelmiş. Muhtemelen kamulaştırma bu mahallerde de başladı diye düşünüyorum. Kadın çocuğunun elini tutmuş söyleniyor:
“Nereye gideyim, nereye gideyim çocuklarla, zaten evimi yıktınız.”
Sur’daki yıkımı, yasaklı mahalleleri net görebileceğim yüksek bir binaya doğru ilerliyorum. Her hafta bu binanın üzerine çıkıp yıkımı gözlemlemeye çalışıyorum. Ben binanın damına çıkarken bir kadın damdan iniyor. “Sizin de mi eviniz var yıkılan yerde?” diye soruyor bana. “Hayır” diyorum. “Benim evim yasaklı mahallede, ama benimki yıkılmamış. Tescilli bir tarihi yapı, restorasyonunu yapıp bana geri vereceklermiş, öyle dediler” diyor. Sonra ekliyor:
“Büyük savaşta buradaydım. 2 ay kaldım, Ocak’tan sonra mahalleden çıktık. Artık ölecektik o nedenle çıktık. Yoksa çıkmazdım. Neler gördük, kimse bilmiyor.” Dudağı titremeye başlıyor. Sarılıyorum ona. “Geçecek, geçecek” diyorum. “Allah hakkımızı bırakmasın” diyerek iniyor merdivenlerden.
Dama çıkıyorum. Karşımda yıkık Sur. Sadece 1 hafta içinde bile dümdüz edilen alan fazlalaşmış. Geçen hafta gördüğüm birkaç yapı bu hafta yok. Detaylı fotoğraflıyorum. Hançepek koca bir düzlük olmuş. İş kamyonları çalışıyor. Borular getirilmiş. Bazı binalar yıkık halen duruyor. Öylesine bomboş…
Gözlerim dolu iniyorum damdan. Önü hala kapalı olan Dört Ayaklı Minarenin tam karşısında başka bir pankart görüyorum. “Ülkemizi Surlar Gibi Dimdik Tutmak İçin Evet.” Yıktığın bir yerin karşısına bu pankartı asabilmek. Yani yıktığın Sur gibi mi?
Gazi Caddesinin göbeğinde ise, üzerinde Erdoğan’ın resmi ile bir başka pankart var:
“Diyarbakır’ın ihyası için Evet.”
1 Nisan’da memleketime gelip Sur’u nasıl ihya edeceklerini anlatacakmış Erdoğan ve Yıldırım! Geçen yıl 1 Nisan’da dönemin Başbakanı Davutoğlu gelmişti Sur’a, “Sur’u Toledo’ya çevireceğini” vaat etmişti. Sonrası malum…
1 yıl sonra, yine bir 1 Nisan günü, bu sefer Erdoğan ve Yıldırım “Sur’u ihya etmeyi” vaat ediyorlar. Sonrasını hep birlikte göreceğiz…
Belli ki devlet taş üstüne taş koyarak, Diyarbakır’ı ihya edeceğini düşünüyor.
Peki ya “Büyük Savaşı” yaşayanlar, onların kaybettiklerini telafi etmek mümkün mü?
“Büyük Savaşı” yaşayanların “EVET” demeleri mümkün mü?
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 29.03.2017