Kategoriler
ahvalnews Yazılar

Bir poşet kemik, içinde sekiz can, sekiz hayat

Soğuk bir Diyarbakır günü, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nde buluşuyorum Adnan Örhan ile. Adnan derneğin kayıplar komisyonuna bakan yöneticilerinden.

Adnan’ı önceden tanımama rağmen, kendi ailesinin de kayıp olduğunu bilmiyordum.

Anlatacağım hikâye, Örhan ailesinin hikâyesi, 90’lardaki binlerce kayıp hikâyelerinden bir tanesi. Yitip giden biricik hayatlar ve arkada arafta kalanların hikâyesi…

“Zara Köyü (Türkçe adı Çağlayan) Adrok (Deveboyu) mezrasındanız” diye söze giriyor Adnan. Babası, amcası ve amcasının oğlu 1994 yılında kaybedildiğinde, Adnan Lice’de yatılı okulda henüz ortaokul 1. öğrencisiymiş.

Köyleri Kulp-Lice sınırında bir köy ve köy yakmaların yoğun olduğu bir dönem.

“Çevrede tüm köyler yakılmıştı. Bizim köye de geldiler. Ben o sırada evde, ailemle birlikteydim. Babam ve amcamlara ‘alın eşyalarınızı köyden gidin’ dediler. Babamlar üç erkek kardeşti. Tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. ‘Köyden gitmeyeceğiz, gidecek yerimiz yok’ dediler. Merkez köyün aşağısında karakol vardı. Babamlar karakolun karşısında çadır kuralım, hem güvenli olur, görürler sivil olduğumuzu, hem de hayvancılık ve tarıma devam ederiz diye düşündüler. Gittik karakolun karşısına çadır kurduk. Biz altı kardeştik, ben en büyükleriydim. 10-15 gün çadırda kaldık.

Evlerimizi ilaç dökerek yaktılar. Köy yakıldıktan sonra babamlar gidip yakılan evlerimizin yanına çadırı kuralım dediler. Hayvanlarımızı aldık, harabe olmuş evimizin yanına gittik çadırı kurduk. 24 Mayıs 1994 günüydü. Sabah hayvanları dışarı çıkarmak için uyandık, askerlerin Ziyaret Tepesi’nden bizim çadırlara doğru geldiğini gördük. Annem babamlara ‘gidip saklanın’ dedi, çünkü o dönem erkekleri gözaltına alınca bırakmıyorlardı. Babam ‘sizi nasıl bırakırız’ diyerek reddetti. Askerler geldi, kimlik istediler erkeklerden. Babam, bir amcam ve diğer amcamın 17 yaşındaki oğlu Cezayir o zaman bizimleydi, kimliklerini verdiler. Askerler telsizle komutanla konuştular.

Daha sonra bu komutanın Bolu Tugay Komutanı Yavuz Ertürk olduğunu öğrendik. Askerler ‘Komutanım Mehmet Selim Orhan, Hasan Orhan ve Cezayir Orhan buradalar, getirelim mi?’ diye sordular. Komutan ‘getirin’ dedi.  Biz ailece karşı çıktık, feryat figan ettik. Komutan ‘biz Bolu’dan geliyoruz, buraları bilmiyoruz, getirin, sonra bırakacağız’ dedi. Biz yine izin vermedik. Üçüncü sefer sertleştiler, bizi darp ettiler, ablamın kulağına G3 silahı ile vurdular, ablam sağır oldu. Bir daha gidenlerden haber alamadık.”

15-20 gün sonra bazı köylüler gelir ve “Kulp’un Kevrekok tarafında siviller öldürülmüş, gidip bakın belki sizinkiler de içindedir” derler. Diğer amca Salih Orhan ve birkaç köylü giderler.

“Ben de gitmek istedim. Beni almadılar. Bir pikaba binip gittiler, pikap gözden kaybolana kadar arkalarından koştum, hiç unutmuyorum” diye anlatıyor Adnan.

Gerilla kıyafeti vardır öldürülenlerin üzerinde, o kıyafetin içinde de sivil kıyafetleri duruyordur. Cenazeler yakılmıştır ve tanınmayacak haldedir.

“Babam sigarasını tabakasından çıkarıp sarardı ve tabakasında bir işaret vardı. O tabakayı görür köylülerden biri ve cenazelerden birinin babama ait olduğunu söyler. Bu benim aklımdan hiç çıkmadı” diye anlatıyor Adnan. Köylüler elleri boş geri dönerler.

Örhan ailesi her yere başvurur. En son AİHM’e gider dosya. 2003 yılında Türkiye yaşam hakkını ihlal etmekten suçlu bulunur. Ama cenazeler hala yoktur ortada. 2005 yılında başka bir kayıp ailesi, bahsedilen noktada arama için savcılığa başvurur.

Savcılık mezarlığı açar, asker gözetiminde birkaç parça kemik bir torbaya konur ve İstanbul Adli Tıbba yollanır. Bu haberi duyan Adnan’ın aklına aynı noktada sigara tabakasını gördüğünü söyleyen köylünün anlattıkları gelir ve Örhan ailesi de DNA için başvurur. Başvuru sonucu kemiklerden biri Mehmet Selim Örhan’a, biri de Hasan Örhan’a ait çıkar.

Daha sonra o köye giderek olaya tanık olan insanları bulur Adnan. Tanıklardan biri bir akşamüstü Lice tarafından bir helikopterin geldiğini, cenazelerin bulunduğu noktaya iniş yaptığını, daha sonra helikopterin Kulp yönünde devam ettiğini; aynı helikopterin sonra tekrar geldiğini, yine aynı noktaya iniş yaptığını ve Diyarbakır yönünde devam ettiğini söyler.  

Tanık devam eder:

“Sonra silah sesleri geldi, insan çığlıkları, sonra bir duman gördük. Ağır bir koku geldi, sonra ses kesildi. Sabah çocuklar hayvanları otlatmaya o tarafa doğru gittiler, çığlık atarak geri geldiler, köylüler hepimizi o tarafa doğru gittik, cesetleri gördük.”

Cenazeler kurşuna dizilmiş ve yakılmıştır. Köyün muhtarı cesetleri yetkililere bildirir.  Savcılık ve jandarma olaydan üç gün sonra alana gelir, köylülere çukur kazdırılır ve cenazeler olduğu gibi çukurun içine konulur.

Sıra sevdiklerinin kemiklerine kavuşmaya gelmiştir Örhan ailesi için ama bu da mümkün olmaz:

“DNA karşılaştırmalarından sonra buruk bir sevinç yaşadık kemiklerimiz bulundu diye. En azından mezarımız olacak diye. 2007-2009 arası iki yıl boyunca kemikler gelmedi, meğer kemikler İstanbul Adli Tıptan, Kulp Savcılığı’na yollanmış, Kulp Savcılığı da tüm kemikleri bir torbanın içinde Kimsesizler Mezarlığı’na gömmüş. Biz Kulp Savcılığı için suç duyurusunda bulunacağımızı duyurduk, sonunda iki yıl sonra, ‘kemikler Kimsesizler Mezarlığı’nda 76 nolu parselde’ dediler. Torbada sekiz kişinin kemikleri var. Üçü bizim aileden, beşi Bulut ailesinden. Gittim Bulut ailesini de buldum, onlar da gelip başvurdular kemikleri için. Cezayir’in kemiği ve Bulut ailesinden iki kişinin kemiği çıkmadı.

Bunun nedeni bizce cenazelerin üç gün yerde kalması, vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaları ve kemiklerin mezardan rastgele kazma kürekle çıkarılmaları. Biz diğer cenazelerin de o mezarda olduğunu düşünüyoruz. Savcılık bize ‘kemikler burada’ diye yazı yazınca, biz Bulut ailesi ile cenazeleri almaya gittik. Savcı bize ‘size ancak kemiklerin olduğu torbayı verebilirim’ dedi. Adli Tıptan sonra tüm kemikler yine tek bir torbaya konulmuş meğer.

Biz de onlara cevaben ‘Zaten bizleri çok üzdünüz, bari cenazelerimizle, kemiklerimizle oynamayın’ diye dilekçe yazdık. Bunun üzerine Kulp Savcılığı ‘Adnan Örhan’ın yazdığı dilekçe neticesinde mezarın açılmamasına karar verilmiştir’ diye cevap yazdı 2009 yılında ve biz kemiklerimizi alamadık.”

Kemikler alınamaz. Hala bir torbanın içinde, Kulp’ta Kimsesizler Mezarlığı’nda…

Kemiklerin ve tanıkların ortaya çıkması üzerine, aile 2014 yılında Tahir Elçi ve İHD’nin de desteği ile Bolu Tugay Komutanı hakkında suç duyurusunda bulunur. Olayın 20. yılıdır ve zamanaşımına uğramasın diye savcı bir-iki tanık dinletir, o kadar.

Yapılan suç duyuruları havada kalır, iddianame hazırlanmaz, 2014’ten bugüne dört yıl geçmesine rağmen Kulp Savcılığı hala bir cevap yazmamış durumda.

Ama Adnan yine de umudunu koruyor:

“Bir umut taşıyorum hala. Belki yürekli bir savcı çıkar der ki bak burada belge var, tanık var, iddiamız var.”

Babasının kaybolması Adnan’ı bir hak arayışçısı yapar. Şimdi İHD Kayıplar Komisyonu’nda diğer kayıp ailelerinin sesi olmaya çalışıyor.

“Her kayıp için yapılan her basın açıklamasında aynı şeyleri yaşıyorum.  Babamı kaybettim. Babam beni çok seviyordu…”