Uzunca bir süredir yazmak istemiyorum. Bilgisayar başına her oturduğumda bir müddet sonra yazma isteksizliğimi fark ediyorum. Her geçen gün daha fazla suya yazıyormuşum hissi beni sarıp sarmalıyor.
Geçen hafta iki Kürt köylüsünün helikopterden atılmasına ilişkin haber ve görüntüleri defalarca izledim. Köylülerin yakınlarının konuşmalarını tekrar tekrar dinledim. Hastanede yatan Osman Şiban’ın kan çanağı içindeki gözlerine tekrar tekrar baktım. Yazmaya oturdum, yapamadım. “Kime yazıyorum” diye düşündüm.
Bu iki köylünün bunu hak ettiğini düşünen, suçu keyfi saptamayı ve cezayı yasadışı kesmenin normal olduğunu düşünenler ya da “muhakkak o iki köylü bir şeyler yapmıştır” diye düşünenlere ulaşmıyor ki yazım. Muhtemelen eğer adil bir yargılama olursa bir gün, o 2 köylünün “hiçbir şey yapmadığı” ortaya çıkacak, ama nafile, zaten olay da unutulmuş olacak.
Sonra 80 yaşında cezaevinde ölen Ali Boçnak’ın haberi düştü önüme. Ali Boçnak Kürtçe mevlit okuduğu gerekçesiyle “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla yargılanmış, bunun sonucunda 7 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. 2017 yılından beri cezaevindeydi. Ağır hastaydı.
Serbest bırakılmasına ilişkin tüm çağrılara devlet kulağını tıkadı ve Ali Boçnak cezaevinde hayatını kaybetti. Tweet atıyorum buna ilişkin, altında yazıyor “hadi oradan, kesin başka bir şeyden içeridedir”, bir başkası beni emniyete etiketliyor “teröristin ölümüne üzüldüğüm” gerekçesi ile. 80 yaşındaki imamı biranda terörist yapıveriyor, beni de terör destekçisi. Ne kadar kolay değil mi?
Hemen ardından bu sefer 6 yıl sonra “Kobane” gerekçesi ile HDP’ye operasyon yapılıyor ve aralarında belediye başkanı, eski milletvekillerinin de bulunduğu 82 kişi gözaltına alınıyor. İlk birkaç gün tepkiler fena değildi sosyal medyada, özellikle vurguluyorum sosyal medyada olduğunu. Çünkü bu ülkenin çoğunluğu haberleri hala ana akım TV’lerden izliyor. Ve muhtemelen haberleri alış biçimlerinin de katkısıyla o çoğunluğun gözünde bu insanlar terör destekçisi olarak çoktan yargılandılar bile.
Sosyal medya bizleri yanıltıyor diye düşünüyorum. Bu yaşananlara sosyal medyada göründüğü kadar tepki olmayabiliyor gerçek hayatta, ya da belki de sosyal medyada göründüğü kadar insanların içinde bu kadar savaş yanlılığı da olmayabilir. Artık kestiremiyoruz. Sosyal medya Türkiye’yi ne kadar yansıtıyor bundan emin değilim.
Bildiğim ve emin olduğum şu: Kötü yönetimlerin ayakta kalması için karşılarına bir düşman koymaları gerekiyor. Türkün karşısına Kürdü düşman olarak koymak ya da soğuk savaş döneminde Sovyetleri düşman olarak koymak gibi. Ve o düşmanı da orada tutması lazım. Belki de Kürt sorunun çözülmesini hiçbir şekilde istemiyor iktidar, çünkü kötü yönetimini ancak karşıda düşmanlar yaratarak devam ettirebilir.
Ve bu düşmanlaştırmanın sonucu olarak da toplumdan o “düşman”ın hakları için ses çıkmıyor. Zihinde bir yerde “düşman”a ilişkin hep bir şüphe duruyor: “Hak etmişlerdir, kim bilir ne yaptılar, durup dururken kimse helikopterden atılmaz ya da gözaltına alınmaz” şüpheleri…
Helikopterden atılanlar “düşman”, HDP topyekûn “düşman”, barış isteyen “düşman”, hatta savaş naraları atmayanlar da “düşman”. Düşmanlar konjoktüre göre değişiyor, bazen çeşitleniyor ama tabi bir de Kürtler, Ermeniler… gibi hiç değişmeyen “düşmanlar” oluyor.
Tüm bunların karşısında yazmak, sürekli olarak anlatmaya çalışmak ne kadar anlamlı artık gerçekten bilmiyorum. Tüm bunlar yaşanırken “İlk seçimle gidecekler” demek, “zulümlerinde boğulacaklar” demek benim için bir anlam ifade etmiyor artık. “HDP Yalnız Değildir” sloganı da bir süre sonra anlamını yitiriyor. HDP yalnız olmayabilir. Ne de olsa, 6 milyonun üzerinde kişinin desteğini almış bir parti.
Ama, işte o 6 milyona da “düşman”lar. Seslerini çıkarırlarsa hapse atılabilir, hatta bir gün helikopterden atılabilirler. Tüm bu “Yalnız Değildir” sloganları gözümün önünden gitmeyen resmi ve onun bende yarattığı ruh halini değiştirmiyor maalesef: Ayhan Bilgen, elinde plastik torbası ile içerde, ve yalnız.