Bir gün Amed’de buluşalım!
Türkiye’deki PKK kamplarındaki yaşamı anlatan Bakur filminin İstanbul Film Festivalinde gösteriminin Kültür Bakanlığı tarafından sansürlendiği günlerde, ben de dağdaki gerillaların yaşamlarından kesitler sunan bir kitabı okuyordum.
Dağa baktığımızda hepimiz farklı şeyler görüyoruz. Peki ya dağdan buraya bakıldığında ne görünüyor? Bunu çoğumuz bilmiyoruz.
Faruk Balıkçı ve Ruhi Karadağ tarafından yazılan Yaralı Yonca/Nefel A Birîndar kitabı, dağdan Türkiye’nin nasıl göründüğü göstermekle kalmıyor, aynı zamanda dağdaki gerillaların günlük yaşamları, kampları, hastaneleri, mezarlıklarıyla nasıl yaşadıklarına da ışık tutuyor. Kampta akşamlar nasıl geçiyor, aşk nasıl yaşanıyor, doğayla ilişkileri nasıl, soğuk kış ayları dağda nasıl geçer, dağda bayram kutlaması, bayramlaşmalar, futbol maçları, market alışverişleri, köylülerle ilişkileri, dağda geliştirilen alternatif tıp yöntemleri… gibi dağdaki günlük yaşamı Yaralı Yonca okuyucuya sunuyor.
Henüz ateşkes 1. yılını bitirmeden yazarlar yola çıkıyorlar ve PKK’nin farklı kamplarına 4 kez giderek dağdaki gerillalarla çeşitli görüşmeler yapıyorlar.
21 Mart 2013 Newroz’unda Öcalan’ın çekilme çağrısını ilk duyduklarında gerillanın neler hissettiği, özellikle üst kadrolar ve alt kadroların çekilme konusunda yaptıkları tartışmalar, çekilme sırasında ağlayarak gerilladan gitmemesini isteyen köylüler ve gerillaların çözüm sürecinden beklentilerini okurken Türkiye’nin hala çözümden ne kadar uzak olduğunu insan düşünmeden edemiyor. Öte yandan beklemenin barışı ne kadar tehlikeye soktuğu da kitap boyunca yapılan röportajlarda hissediliyor. Gerillaların çözüm sürecine umutları gittikçe azalıyor. Barış sürecinin üzerinden geçen 1,5 yıl boyunca bir arpa boyu yol alınmayışının yarattığı kaygıları gözlemlemek mümkün.
Dağın Kürtler için anlamı farklıdır. Çünkü dağ Kürtleri hep korumuştur. Kitapta dağı evi haline getiren Kürt gerillaların doğaya, doğadaki her canlıya saygılı yaşamları, kamplar ve çevresinde her türlü hayvan avının yasak olduğunu görmek “ah keşke buralarda da olsa” dedirtiyor. Yine bugünün Türkiye’sine çok uzak olan, kadın-erkek eşit ve özgür yaşamlarını görünce insanın içini bir umut kaplıyor. Bir gerilla şöyle diyor: “Yaşadığım kentte kadınlar karanlıkta sokağa çıkamazken burada hewal arkadaşları görüyorsunuz , ne büyük fark….”. Gerçekten de fark çok büyük. Gerillanın yaşamından öğrenilecek çok şey var.
Kitapta en çok etkilendiğim bölümlerden biri özenle yapılan ve bakılan gerilla şehitliği. Şehitlikte 4 oğlunu kaybeden İranlı bir Kürt annenin çocuklarıyla yan yana yatması ve şehitliği bekleyen ve her bir mezara çocuğu gibi bakan Munzur Diyar’ın hikâyesi insanı çarpıyor. Şehitliğin hemen yanı başında, şehit düşen gerillaların bıraktıkları yazı, eşya ve malzemelerden oluşturulan müze, Kürtlerin savaş boyunca dağda bile nasıl biriktirdiklerini, geçmişlerine, ölen çocuklarına nasıl sahip çıktığını da gösteriyor. Dağda yaşamını yitiren hayatının baharındaki gerillaların günlüklerini okuyunca, insan isyan ediyor.
Genç yaşta gerillaya katılan Agit Amed’in dediği gibi “Bu dağların dili olsa da konuşsa” Aslında dağlar konuşuyor ama biz duymak istemiyoruz.
Türkiye hala da dağdaki sesi duymamakta diretiyor. Bu yazıyı yazdığım sırada Nusaybin’de Sulh Ceza Mahkemesinin, kitabın afişlerini ‘örgüt propagandası’ gerekçesiyle yasaklandığını öğreniyorum. Bakur, Yaralı Yonca… Belli ki bu yasaklar artacak. Devlet kendi bu sesi duymak istemediği gibi, Türkiye halklarının da dağın sesini duymasını engellemeye çalışıyor. “Türkiye barış sürecinden vaz mı geçiyor?” sorusu beynimi kurcalayıp duruyor.
Kitapta görüşülen her gerillanın kalbi Amed surlarında atıyor. Bir gün Amed sokaklarında yürüyeceklerini hayal ediyorlar. Birbirlerinden ayrılırken “Bir gün Amed’de buluşalım” diye sözleşiyorlar.
Bütün evlatlarımız, sevdiklerimiz, babalarımız, çocuklarımız… Bilin ki Amed de dönmenizi bekliyor.
Bir gün muhakkak Amed’de buluşacağız!
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 30.04.2015