İzmir’de Kürtlerin zorunlu göçünü konuşmak
Uzun yıllar sonra bu sefer Gediz Üniversitesi’nin davetlisi olarak İzmir’deyim. Gece yarısı havaalanından şehre gelirken kayalar oyularak yapılmış devasa Atatürk heykeli karşılıyor beni. Kemalizm belli ki bu şehrin ruhuna işlemiş.
Gediz Üniversitesi 2008 yılında kurulmuş bir Vakıf üniversitesi. 5000 civarında öğrencisi var. İzmir’de bir özel üniversitenin Kürtlerin zorunlu göçüne ilişkin bir sempozyum düzenlemesi oldukça şaşırtıcı, biraz da bu nedenle sempozyuma katılmaya karar veriyorum.
Gediz Üniversitesinde 2012 yılında bir grup akademisyen bir araya gelerek Göç Araştırmaları Grubunu (MİREG) kuruyorlar. 2 Nisan tarihinde düzenlenen “Türkiye’de 1980 Sonrası Zorunlu Göç Köylere Geri Dönüşler ve Barış Süreci” konulu Sempozyum da bu merkezin cevval hocalarının katkılarıyla yapılıyor. Bundan önce de Suriyeli mültecilere ilişkin bir sempozyum düzenlemişler. İzmir’de bunların konuşulduğunu bilmek oldukça sevindirici.
‘Biz ev Kürdüyüz’
Sempozyumun ben dahil tüm konuşmacıları ilk defa özel bir üniversitede Kürt sorununu konuşacağız. Biraz bunun heyecanı, biraz da İzmir’de Kürt sorunu konuşacak olmanın heyecanı var üzerimde. Salondaki öğrenci kitlesi 93-94 doğumlular. Aslında oldukça yakın ama bilmedikleri bir tarihi dönemi, 90’ları dinleyecekler bugün. Bunu belirterek başlıyor ilk konuşmacı Muğla Üniversitesi’nden Betül Altuntaş. Altuntaş 1990’larda yaşanan zorunlu göçün günümüze uzanan toplumsal sorunlarını anlatırken sık sık İzmir varoşlarından örnekler veriyor. Zorla göç ettirilen Kürt köylülerin bugünün Türkiye’sinde “yeni yoksulluk” olarak tanımlanan dönüştürülemez, kalıcı, kuşaktan kuşağa aktarılan yoksulluğun tam da odağında olduğundan bahsediyor. Zorla göç ettirilen Kürtlerin bir gecede gecekondu yapma şansları olmadığından, eğer “şanslılarsa” eski yoksulların kiracıları olabildiklerini, ya da naylon çadırlarda yaşadıklarını anlatıyor. Kürtlere ev vermeme, iş vermeme hatta “kız vermeme”nin Batıda nasıl bir faşizan şiddete dönüştüğünü çeşitli Türk kentlerinden örneklerle aktarıyor. Yıllar önce bir çalışmada bir Kürt kadının söylediği “Biz Ev Kürdüyüz. Dışarıda ben yokum ama evde ben varım” sözünü hatırlatarak, Kürtlerin Türk illerinde halen kendilerini gizleyerek, ifşa ederek ya da kendilerini tamamen değiştirerek yaşayabildiklerini vurguluyor.
‘Hayatımız Sanki Bir Puzzle’
İkinci konuşmacı Boğaziçi Üniversitesinden Şemsa Özar zorunlu göçün üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hikayelerin ve dolayısıyla travmaların da halen çok canlı olduğunu vurgulayarak başlıyor konuşmasına. Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin her yerde olduğu gibi zorunlu göçün deneyimlenmesinde de yaşandığını belirterek Kürt kadınların zorunlu göçünü, İstanbul’daki yaşamlarını, aylarca dil bilmedikleri için evden çıkamayışlarını, ailelerini bir arada tutmaya çalışmalarını farklı örnekler üzerinden anlatıyor. İstanbul Kayışdağı’nda görüşme yaptığı bir kadının “hayatımız sanki bir puzzle” sözcükleri ile zorunlu göçün aileleri nasıl darmadağın ettiğini dile getiriyor. Uzun bir göç yaşamı travmasının yaşanmasına, yaşananların çok acı, mağduriyetlerin çok büyük olmasına rağmen zorunlu göçe maruz kalmış Kürt kadınların insanı şaşırtacak kadar yüksek mücadele güçlerini aktarıyor.
Üçüncü konuşmacı Marmara Göç İzleme Platformunun sözcüsü Şefika Gürbüz geri dönüşlerle ilgili kendilerine çok fazla talep geldiğini ancak köye dönüşün koşullarının oluşturulmadığını, köylerde sosyal ve ekonomik olarak herhangi bir çalışmanın yapılmadığından bahsediyor. Yine barış sürecine rağmen yeni korucu alımlarının devam etmesinin köye dönüşler önündeki en önemli engellerden biri olduğunu vurguluyor.
‘Ne Kürtçeyi tam biliyorum ne Türkçeyi. Şimdi bir de araya İngilizce girdi’
Son konuşmacı olarak ben daha çok geri dönüş yapmayı “başarmış” Kürt köylerinin geri dönüş mücadelelerine yoğunlaştım. Zorla yerinden edilen Kürt köylülerinin kendi topraklarına geri dönüşün de gerçek anlamda bir mücadeleye dönüştüğünü 15 yıl sonra köylerine dönen Tatvan Kavar köylülerinin mücadelelerinden örneklerle anlattım. Kavarlılar bir kerede evlerini taşıyıp köylerine geri dönemezler, her seferinde adım adım köylerine yaklaşmanın mücadelesini verirler. Jandarma ve korucular, bir anlamda devlet, Kürt köylülerin geri dönüşünden rahatsızlık duymaktadır ve dönenler tam olarak yerleşmesin diye çeşitli zorluklar çıkarılır. Dönerek yeniden yaşamı kurmada Kürt köylüler hem yalnız bırakılır hem de önlerine birçok engel çıkartılarak yıldırılmaya çalışılır.
Sempozyum sonunda gelen soruların bir kısmı zorunlu göçe uğramış Kürt köylülerinin yoğun olarak yerleştiği İzmir’de İzmirlilerin bu “davetsiz” komşularını ne kadar tanımadıklarını bir kez daha göstermekteydi. “Kürtler varoşlardaki bu yoksul yaşamı içselleştirdi, bu yaşamı seviyorlar” dan, “Biz onlara güzel misafirperverlik yaptık ama onlar çocuklarını ortaya salıyorlar” gibi oldukça kırıcı ve küçümseyici yorumların yanı sıra “devletin karşısında silahlı güç var karakol inşa etmeyip korucu almayıp ne yapacak” gibi sorular da geldi. Bunların yanı sıra zorunlu göçü anlamaya çalışan, geçmişle nasıl yüzleşilebileceğini sorgulayanlar da az da olsa vardı. Bir Kürt öğrencinin “Barış olacak mı? Barış olunca biz nasıl düzeleceğiz? Yani nasıl unutacağız?” sorusu ve “Ne Kürtçeyi tam biliyorum ne Türkçeyi. Şimdi bir de araya İngilizce girdi” diyerek içinde bulunduğu durumu anlatması gelen birçok soru ve yoruma en güzel cevaptı belki de…
Tüm bunlara rağmen uçağa binmeden güzel Kordon’da gezerken, “O” bizleri sevmese de ben İzmir’i sevdiğimi düşündüm. Gediz gibi bir özel üniversitenin bu konuları tartışmaya açması bir gün İzmirlilerin bu ülkenin ve bu ülkede yaşayan halkların sorunlarını anlayacağı umudumu pekiştirdi. 100 yıl önceyi düşündüm. Rumuyla, Türküyle, Ermenisiyle, Levanteniyle ne güzeldi İzmir kimbilir! Gel de şimdi küfretme halkları tek tipleştirmeye çalışan ulus devletçiliğe…
Nurcan Baysal
***As published in T24 on 07.04.2014