Diyarbakır oldukça uzun bir zamandır Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası isimli sergisine ev sahipliği yapmayı bekliyordu. Pandemi nedeniyle açılışı iki kez ertelenen sergi Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasının ev sahipliğinde, Pilevneli Galeri’nin sunumuyla Diyarbakır Keçi Burcu’nda 16 Ekim günü açıldı. Doğrusu ben sergiye kafamda birçok soruyla gittim. Keçi Burcu, Sur’un yıkılan altı mahallesi gibi biz Diyarbakırlılara altı yıl önce kapatıldı. Altı yıl sonra Keçi Burcu’na adım atmak benim için zor olacaktı.
Serginin yapıldığı mekânı anlamak için öncesine gitmek gerekiyor, çok da geriye değil, 2015’e. Ağustos 2015’te Diyarbakır Sur’da başlayan sokağa çıkma yasakları, Tahir Abi’nin öldürülmesinden sonra 2 Aralık 2015’te kesintisiz bir sürece dönüştü. O sabahı birçok Diyarbakırlı gibi ben de net hatırlıyorum. Son kez yapıldı anonslar “çıkın, çıkın, Sur’u boşaltın”. Surlular, ellerinde yastık, döşekleriyle Sur’dan ayrıldılar. Sur ikiye bölündü. Ana Gazi Caddesinin solunda kalan bölüm, Keçi Burcu da dahil olmak üzere yasaklı alan ilan edildi. Sonrası 100 gün süren operasyonlar, ölümler ve yıkım. 9 Mart 2016’da saat 16.00’da Sur’da operasyonlar sona erdi. Yüze yakın insan hayatını kaybetti. Bazı bedenler ise hâlâ kayıp, bulunamadılar.
10 Mart 2016 sabahı Sur’a gittiğimizde, bizi Keçi Burcu’nun üzerine asılan devasa bir Türk bayrağı karşılıyordu, Sur’un hatta kentin birçok noktasından görülecek kadar büyük bir bayrak. Devlet biz Kürtlere bu devasa bayrakla mesajı veriyordu. Keçi Burcu’na girmek ise artık yasaktı. Sonra yıkım başladı. Sur’un binlerce yıllık evleri, daracık küçeleri hızla yıkıldı ve yerine benim “ucube” demeyi uygun bulduğum garip villalar yapıldı. Tüm bu süreçte yasak hep devam etti. Bizler Keçi Burcu ile belirlenen sınırın arkasına geçemedik.
Dört haftadır memleketimden uzak olduğum için, sergiye İstanbul’dan gazeteci, yazar, siyasetçi, konsolos, sanat ve iş camiasından insanlardan oluşan bir uçak dolusu insan ile gidiyorum. Uçaktaki insanların içinde birkaç tanıdık yüz görsem de çoğunu tanımıyorum. Acaba tüm bu yaşananların farkındalar mı? Acaba yarın nereye ayak bastıklarının farkındalar mı? Bu sorular zihnimi kurcalıyor ve elbette Ahmet Güneştekin’in neden bu sergiyi Keçi Burcu’nda açmak istediği de.
Nitekim açılıştan bir gün önce yapılan basın toplantısında bu soruyu soruyorum Güneştekin’e. Şöyle cevaplıyor:
“Bu coğrafya benim mahallem, ailem. Dünyanın her tarafında sergi yaptım ama şimdi aileme geldim, yaptıklarımı ailem beğensin istiyorum.”
Ve ekliyor Güneştekin:
“Sanatçılara bir sürü görev düşüyor. Tanıklık ettiğim karanlık dönem benim hafızamın en önemli zamanları. Yarın öbür gün yazıldığında bu döneme Ahmet Güneştekin nasıl tanıklık etti diye, ben böyle ettim. Bir sanatçı, bir insan olarak kendi vicdanımla bunu böyle yapıyorum. Neden Keçi Burcu derseniz, Keçi Burcu Sur’un gözü, Sur’da yaşananların en büyük tanığı, Sur’da olan herşeyi hafızasına alan bir yapı. Ben Keçi Burcu’nun hafızası ile iş birliği yaptım.”
Ertesi gün serginin açılışı oldukça kalabalık oluyor. Sadece İstanbul sanat, iş ve medya camiası değil, aynı zamanda Muş, Van, Şırnak, Ağrı, İsveç, İsviçre, Rusya, Kazakistan gibi epey uzaklardan serginin açılışı için Diyarbakır’a gelen Kürtleri görüyorum. Devlet erkanı ve yerel temsilcileri hariç, başta HDP’li siyasetçiler ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere siyaseten de sergiye katılım yoğun. Açılış öylesine kalabalık ki insanlar içeriye parti parti alınabiliyorlar.
Üç yıl önce İstanbul’da Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası sergisini gezmiştim. “Çürüme” isimli tabut çalışması, “Yoktunuz” çalışması, “Ölümsüz Kadınlar Cenneti”, “Dil” çalışması, lastik ayakkabılardan oluşan “Hafıza Tepesi” ve diğer birkaç eseri daha önce Güneştekin’in farklı sergilerinde gördüm, Sur’a ve Diyarbakır’a özel çalışmalar değiller. Nitekim çalışmaların hepsi acı bir hafızaya denk düşen çalışmalar da değiller. Ölümsüz Kadınlar Cenneti, Şahmaran, Gelene-ek serisinin bazı eserleri gibi renkli, keyifli bir hafıza ya da “hafızasızlığa” denk düşen eserler de mevcut.
Ancak Ahmet Güneştekin’in Sur’daki Hafıza Odası sergisine yeni çalışmalar eklediğini de görüyorum. Keçi Burcu’nun kapısından girdiğimiz an bizi öncelikle devasa bir duvar boyutunda “Kayıp Alfabe” karşılıyor. Bu duvarda katledilen, kaybedilen faili meçhullerden bir dünya yaratılmış; parklar, ormanlar, caddeler, sokaklar, meydanlar… Kayıplar bu duvarda yeni bir ülke oluşturmuşlar. Bu ok işaretlerinden oluşan “ülkenin” önünde tanıdıklarının ismini arayan insanlar görüyorum.
Bir diğer çok etkileyici yeni eser, Diyarbakır 5 No’luyu canlandırdığı oldukça katasrofik koridor. Karanlık koridorda bir yandan neon ışıklarla “Türkiye Türklerindir”, “Türkçe Konuş Çok Konuş”, “Türk Öğün Çalış Güven”… gibi yazılar yanarken, öte yandan “Nasılsınız?” sorusu sorularak Diyarbakır 5 No’lu’ya gönderme yapılıyor. Koridor bir zulüm tarihine açılıyor. Koridorun sonunda “Bellek” eseri bizi bekliyor. Anadolu’nun zulümle yoğrulmuş son yüzyılının belleği, sesler, hatta bazen çığlıklarla birlikte anlatılıyor.
Oldukça etkileyici bulduğum bu eserlerle Ahmet Güneştekin hatırlatıyor ve bir Kürt olarak içinde doğduğu topluma dönme yolunu arıyor. Günlerdir devam etmesine rağmen sergi önünde oluşan uzun kuyruklar, içinden çıktığı toplumun da bu “dönüşe” kayıtsız kalmadığını, “evladının” dönüşünü önemsediğini gösteriyor.
Sergiden ayrılmadan önce Keçi Burcu’nun tepesine, Hafıza Odası’nın en üst bölümüne çıkıyor, tabutların arkasındaki gerçek tabuta bakıyorum: Altı yıldır yasaklı olan ve yıkılan Sur’a. İçim yanıyor. Yapılan ucube villaların altında altı yıldır hâlâ cenazesi bulunamayan 20 yaşındaki Erzurumlu Hakan Arslan yatıyor. Hafıza Odası’ndayım. Oysa Sur benim için henüz “hafıza” değil, tüm bu sergilenenler hâlâ burada tüm yakıcılığı ile “yaşıyor.”
NOT: Bu yazı 20 Ekim 2021’de www.argonotlar.com da yayınlanmıştır.