Geçen hafta gittiğim Dublin’de sokaklarda, toplantılarda, kafelerde özgürce fikirlerini ifade eden, özgürce yaşayan, hareket eden insanları gördükçe son dört-beş yılda özgürlüklerimizi Türkiye’de nasıl da tek tek yitirdiğimizi bir kez daha acı bir şekilde hissettim.
Son yıllarda ülke olarak, toplum olarak çürürken, tüm bu çürümenin içinde şahsi onurum olarak gördüklerimi korumaya çalıştım. Koruyabildim mi emin değilim.
Bugün dehşetle fark ediyorum ki savaşa alıştık, kentimin her tarafındaki bariyerlere alıştık. Artık hangi sokakta bariyer var ya da yok ona göre güzergâhımızı belirliyoruz. Bir park yasaklandıysa bizlere, sormuyoruz artık nedenini, sadece yolumuzu değiştiriyoruz.
Kayyum atanan belediyelere girmiyoruz, gerekli de olsa belediyeden alacağımız hizmetten vazgeçebiliyoruz, yolumuzu değiştiriyoruz. Bir zamanlar üzerine çıkıp çay-kahve içip, Dicle’yi izlediğimiz Keçi Burcu’na artık çıkamıyoruz. Önemli değil, yolumuzu değiştiriyoruz. Ayaklarında Tahir Abi’nin öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’nin altında fotoğraf çektirenlere bakıyoruz ve yolumuzu değiştiriyoruz.
Sur’a gidiyoruz. Bir lokantada, mümkünse yıkıntı alanı manzarası olmayan bir masayı seçiyoruz. Hatta yeni açılan güzel kafelerden birinde kahvemizi içiyoruz. 100 metre ötemizde bariyerlerle ayrılmış yasaklı alanı düşünmemeye çalışarak falımıza bakıyoruz, gülümsüyoruz.
Bu bizim işte gerçeküstü hayatımız. Yürümeye başlıyoruz, mümkün olduğunca ana Gazi Caddesi’ne yakın yürüyoruz ki arkadaki yıkıntı ve “inşa” halini görmeyelim. Yolumuzu hep değiştiriyoruz. Onca yıldan sonra, artık bazı şeyleri “görmemek” istiyoruz. Ama görmek istemesen de, orada işte. Bir kere kazındı hafızamıza, istediğin kadar uğraş, gitmiyor.
Kişisel mutluluk yok zaten, düğün dernek, kutlamalarda bile hayatta kalma hali yaşadığımız.
Özgürlüklerimiz tek tek elimizden gidiyor. Düşündüğümüzü ifade edemiyoruz. Toplanamıyoruz. Yürüyüş yapamıyoruz. İstediğimiz gibi yazamıyoruz, eleştiremiyoruz. İçten bir kahkaha atamıyoruz nicedir.
İstediğimiz yere yürüyemiyoruz. Parklarımız, sokaklarımız bize kapalı. Hrant’ın dediği gibi bir güvercin ürkekliği ile yaşıyoruz. Günlük rutinlerimizi yerine getirerek, öfke ve dehşet duygusunu yutmaya çalışıyoruz.
Zaman zaman iktidara yöneltemediğimiz öfkemizi birbirimize kusuyoruz. Ortamın dengesizliği ve olumsuzluğu birbirimize bakışımızı da etkiliyor. Bir göklere çıkarıyoruz, bir yerin dibine batırıyoruz. Sadece iktidarlar değil, biz de birbirimizin özgürlüğünü kısıtlıyoruz.
Normal zamanlarda gülüp geçeceğimiz olayları büyütüyor, ok yapıp yanımızdakinin kalbine saplıyoruz. Oku yiyen içine kapanıp, sessizliğe bürünüyor. Devre dışı hayatlar korunaklı sanıyoruz. İçimize kapanıp, devre dışı yaşayarak kendimizi koruyabileceğimizi düşünüyoruz.
Ama yine de koruyamıyoruz.
Düşünüyorum ne çok özledim yaşama sevincini, nezaketi, kimseye zarar vermemeye özen gösterenleri, iyi niyeti, cömertliği, mizahı, insan aklı ve cesaretini…
Önceki gün Dublin’de beni etkileyen bir diğer şey de, Dublin Belediye Başkanı Sn. Lord Nial Ring ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni Dublin halkına okurken, bizi dinleyen insanların, yoldan geçen insanların gözlerindeki ışıltıydı.
İnsan hak ve özgürlüklerine olan inançlarıydı. Okumanın sonuna doğru gözlerim doldu, sesim titredi. İnsan böyle anlarda tekrar hissediyor kişisel barış ve özgürlüğün önemini ve şahsi barış ve özgürlüğümüzü savunmadıkça, bir toplumun barış ve özgürlüğünü de savunamayacağımızı…
Aynı şekilde toplumsal barış ve özgürlükler olmadan da şahsi barış ve özgürlüğün de mümkün olmadığını…
Türkiye’ye dönüyorum. Özgürlüklerimizi nasıl da tek tek yitirdiğimizi düşünürken, bir haber görüyorum Diken web sitesinde. Haber Türkiye’nin insani özgürlük endeksinde gerilediğini söylüyor. Fraser Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya göre Türkiye insani gelişmişlik endeksinde 7 yılda 47 sıra gerilemiş. Korkunç bir düşüş.
Özgürlüklerimizi bir bir yitirirken, tepemde jetlerin uçtuğu bu Amed akşamında düşünüyorum da, dibe vurduk mu, bu kadar mı, artık bastığımız zemin bu mu, en kötüsü geçmişte mi kaldı. Maalesef, sanmıyorum.