2015’in Aralık ayı, Silopi’de sokağa çıkma yasağının 12. günü, Nur Mahallesi’nde bahçeli, iki katlı bir ev. Mutfak ve oturma odaları evin üst kısmında. Ama atılan kurşun ve şarapnel parçalarından korunmak için çoluk çocuk torun tüm aile evin alt bölümünde kalmaktadır. Acıkırlar.
Evin büyüğü 73 yaşındaki Hasan Sanır, Silopililerin deyimiyle Seyda, yiyecek malzemesi almak için üst kattaki mutfağa çıkar. O sırada pencereden kurşunlar gelir, camlar kırılır. Kiminin deyimiyle Seyda’yı vurmak için bilerek sıkılmıştır o kurşunlar, kimilerine göre ise yasak sırasında atılan kurşunlar tesadüfen Seyda’ya isabet etmiştir.
Bir kurşun Seyda’nın sırtına, bir kurşun kafasına isabet eder. Seyda “ah” der, oracıkta, mutfak dolaplarının yanında ölür. Babanın çığlıklarını duyan ev halkı yukarı kata koşar, oğul, kurşun delikleri içerisindeki mutfak dolaplarının yanına düşen babasının cansız bedeninin üzerine bir battaniye örtebilir ancak.
Yoğun patlama ve kurşunlardan dolayı babasını düştüğü yerden kaldıramaz. İlgili kurumları arar, ama kimse cenazeyi almaya gelmez. Seyda’nın cenazesi ne camiye ne de morga kaldırılamaz.
Aile dokuz gün babanın ölü bedeni ile aynı evde kalır. Dokuz gün sonra çatışmalar iyice şiddetlenince evden çıkmak zorunda kalırlar. Ölümünden 14 gün sonra Seyda’nın cenazesi polisler tarafından eve girilerek alınır. Şırnak’a otopsi için götürülür, daha sonra Silopi’ye defnedilir.
Peki, kimdi Seyda?
Seyda Silopi’de tanınan, çok saygı duyulan bir kişiydi. Uzun yıllar imamlık yapmıştı. Sivil cumaları başlatan imamlardandı. DBP’nin Silopi’deki çalışmalarında da aktif çalışıyordu. İnsanlar arasındaki sorunları çözmek için ilk koşanlardandı. Silopili mihmandarım şöyle söylüyor: “Öyle değerli birini kaybettik ki, böylesi büyük bir kayıp ufacık bir haber bile olmadı”.
Eve dönelim:
Kurşun delikleri hala mutfak dolaplarının üzerinde. Seyda’nın eşi Ayşe Teyze bilerek mi yaptırmadı dolapları, imkânı olmadığı için mi, yoksa o günü unutmamak için mi bilmiyorum. Bir torun beşikte uyuyor, iki küçük torun da yerde yatıyorlar. 12-13 yaşındaki bir başka torun öfkeli gözlerle bizi dinliyor. Gelinle biraz sohbet ettikten sonra Ayşe Teyze geliyor. Önce bana kocaman sarılıyor. “Sen evimize hoş geldin kızım” diyor. Mahcup oluyorum. Sonra diğer aileler gibi Seyda’nın ailesinin de ne kadar yalnız kaldığını anlıyorum. Acıkmışımdır diye bana ceviz, kuruyemiş getiriyorlar. Çaylar demleniyor. Ayşe teyze Seyda’nın resmini elime tutuşturuyor ve gözleri parlayarak anlatıyor bana sevdiceğini:
“Etrafındaki insanlara çok iyi davranırdı. İyi fikirli bir insandı. Şehit düşen herkesin cenazesini defnederdi. Korkusuzdu. Yurtseverdi. Tanınan, saygı duyulan bir insandı. O yüzden hedef haline de gelmişti. Bizim evi bir buçuk saat taradılar.”
“Beni çok seviyordu, ben de onu çok seviyordum. Ben onunla başım dik, huzurluydum. Ancak o gitti ben kahroldum ve çok özlüyorum. Onu yükü bana kaldı, davasına sahip çıkmak da bana kaldı, ağır bir sorumluluk altına girdim. Fikirlerimiz uyuşuyordu, anlaşıyorduk. Allah kaderimizi böyle yazmış ne yapalım?”
“Peki ya sevdiğinin cenazesi ile dokuz gün geçirmek?” diye soruyorum Ayşe teyzeye.
“Ah kızım” diyor. “Gömdüğümüzde polisler bile şahadet getirdiler, cenaze bozulmamıştı. Ama ne ağrıma gidiyor biliyor musun? O kadar emek verdi bu mücadeleye, ama onun resmini bir kez bile televizyonlarda görmedik. Yaşamı boyunca mücadele etmiş bu kadar kıymetli bir adam tek bir haber olmadı. Ne demek 14 gün cenazenin yerde kalması, bir düşün. Düşün ki sevdiğinin cenazesi evin mutfağında ve sen o mutfağa girip sevdiğini yerden alamıyorsun.”
Hepimiz keşke bir dakika için bunu düşünebilseydik Ayşe Teyze, keşke düşünebilseydik…